Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi

SULTANÜ’L-VÂİZÎN

TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ

Rahman ve Rahîm ALLAH adıyla.

Hamd ve senâ âlemlerin yüce Rabbine, salât ve selâm O’nun sevgilisine…

Memleketimizin yetiştirdiği güzel insanlardan, değerli vâizlerimizden TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ Hoca Efendi’nin hayatını ve şahsiyetini yetişen yeni neslimize özellikle de yetişmekte olan vâiz kardeşlerimize, örnek alınması arzusu ile kısaca arz etmek istiyorum.

Değerli kardeşlerim,

Tahir BÜYÜKKÖRÜÇÜ Hoca Efendi 1925 yılında Konya’da doğmuştur. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Hazretleri’ne dayanan, dolayısıyla Seyyid olma şerefine nâil olan nesli, ilme hizmet etmiş insanlarla doludur. Dedesi Abdurrahman Efendi çok temiz bir müslüman, babası Körükçü Mehmed Efendi marangozlukla iştigal eden saf bir mü`mindir. Büyük dedelerden gelen ilim aşkı, dedesinde ve babasında inkıtaa uğramışsa da Tahir Hoca Efendi’de yeniden tezâhür etmiştir. Rabbimizden en büyük niyazımız, sevdiği kullarına bahşettiği bu ulvî şeref ile neslini de şerefyâb kılmasıdır.

İstiklâl Harbinden çıkan aziz milletimizin kısm-ı âzamının evinde görülen yokluk, Tahir Hoca Efendi’nin evinde de had safhadadır. Bu sebeple daha ortaokul döneminde iken, birkaç kuruş kazanabilmek, ev ihtiyaçlarının karşılanmasında babasına destek olabilmek için kunduracı bir yakınlarının yanında çalışmaya başlar. Zira evin en büyük çocuğu ve tek erkek evlâdıdır. “Endazenin Mustafa Efendi” nâmı ile tanınan dükkân sahibi, sadece bir kunduracı değil, ilmî yönü de olan değerli bir insandır ve Hoca Efendinin de ilk Kur’ân-ı Kerîm hocasıdır.

Bir gün hocası Mustafa Efendi, Tahir’e bir sahifelik bir dua metni verir. Tahir bunu yaz ve ezberle der. Tahir o bir sahifeyi okur ve hocasına geri verir. Hocası, evlâdım ben onu sana yaz da ezberle diye verdim, der. Tahir, ezberledim hocam, der ve metni eksiksiz bir şekilde okur. Bu kabiliyeti hocasının dikkatini çekmiş, Tahir’i daha çok sevmesine ve onunla daha yakından ilgilenmesine vesile olmuştur.

Çıraklık günleri devam ederken Konya’nın meşhur Kapı Camii’nde dinlediği bir va´z, Hoca Efendinin hayatında fevkalâde inkılâba sebep olacak güzel bir başlangıcın ilk hâtırasıdır. Bir gün, daha sonra bütün şer´î ilimleri tahsil edeceği hocası, Hacı Îsâ Rûhi Bolay Hoca Efendi’yi Kapı Camii’nde dinler. Çok tesir altında kalır, “Rabbim lutfetse de, ben de böyle bir hoca olabilsem” diye aklından geçirir. Çalıştığı dükkâna döndükten biraz sonra, güzel bir tevâfukla Îsâ Rûhi Bolay Hoca Efendi, yakın dostu olan Endazenin Mustafa Efendiyi ziyaret için dükkânlarına gelir. Kısa bir sohbetten sonra, dükkân sahibi ve Tahir Hoca Efendi’nin Kur’ân-ı Kerîm hocası olan bu zât, Îsâ Hoca Efendi’ye:

− Efendim, Tahir bizim evlâdımız, çok gayretli ve zeki bir yavrudur, der ve duasını alması için Hoca Efendinin elini öptürür. Îsâ Hoca Efendi küçük Tahir ile yakından ilgilenir, çalışmaya ve okumaya merakını görünce de:

− Evlâdım Tahir, sen her şeyi bırak da bana gel, ben sana hakiki ilim okutayım, der. Bu ilgi üzerine Kur’ân-ı Kerîm hocası ertesi gün, Tahir Hoca Efendi’yi ve diğer bir arkadaşını da alarak Îsâ Rûhî Hocaya götürür. Ancak hoca efendi belirli bir talebe gurubu ile uzun zaman önce derslere başlamışlar ve hayli mesafe kat etmişlerdir. “Bu dönemi bitirelim de bir daha ki sefere Tahir’i de, arkadaşını da alalım” diyerek kabul etmek istemez. Ancak Kur’ân-ı Kerîm hocası:

− Efendim Tahir çok zekidir, Allah’ın izniyle mesafeyi kapatır diye ısrar edince hoca efendi kırmaz ve Tahir Hoca Efendi’yi ders halekasına alır. İlk gün derslere başlamak için beraber gittikleri ancak derslere devama cesaret edemeyen diğer arkadaşı şöyle anlatmıştı:

“İki ay sonra Mustafa Efendi ile beraber Îsâ Rûhi Hoca’ya bayram ziyaretine gitmiştik. Hocam Tahir’i sordu. Îsâ Rûhî Bolay Hoca hayretini gizlemeden:

− MâşâAllah eskileri de geçti, diye buyurdular.”

Tahir Hoca Efendi o günlerde ortaokulun üçüncü sınıfına gitmektedir. Bu gün hâlâ hayatta olan fizik hocası, arka sıralara geçip derslerde Arapça çalıştığını, notlarının çok iyi olması sebebiyle kendisine müdahale etmediğini anlatır.

Yeni başladığı tahsil o kadar benliğini sarar ki, okulun bitimine çok az bir zaman kalmasına ve çok yakınlarının okulunu bitirmesine dair ısrarlı telkinlerine aldırmadan okulu terk eder ve kendini tamamen ilme verir.

Yakınlarının:

“Evlâdım bu meslek artık muattal oldu, hoca olup da ölü mü yıkayacaksın, bak hocalığa heves eden kimse kaldı mı?” diyerek onu hocasına gitmekten vazgeçirmek istediklerini, ancak kendisinin bu sözlere hiç aldırış etmediğini hep anlatırdı.

Bir yandan Arapça derslerine devam ederken diğer yandan da hemen hafızlık çalışmalarına başlamıştır. Hem hocasının derslerine devam eder hem de o günlerde Konya’da hemen hemen tek hafız yetiştirilen Kur’ân-ı Kerîm kursu olan, Bulgur Tekke Mescidi’nde Çimilli Hakkı Efendi’de hafızlık çalışmalarına devam eder.
O günler, Tahir Hoca Efendi’nin hayatına çok farklı bir mecrâda yön verdiği değişik günlerdir. İlmî çalışmaların yanında tasavvufa da ilgi duyarak, hayatı boyu istişârelerine ve irşâdlarına çok değer vereceği Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu üstâdına intisab eder. Bu intisab onun hayatında çok büyük değişikliklere sebep olur. O, ilk intisap günlerini şöyle anlatırdı:

“Çok titiz bir derviş idim. Takvaya mânîdir diye tek taraflı pantolon değil, ütüye ihtiyacı olmayan çift taraflı şalvar giyerdim. Adı Frenk gömleği diye yakalı gömlek giymez, yakasız gömlek giymeyi tercih eder, iskarpin değil “yemeni” denilen sâde ayakkabı giyerdim. Geceleri sabahlara kadar devam eden sohbetlere katılırdım. Arkadaşlarla geceleri hep uykusuz geçirirdik.”

Derslere büyük bir iştiyakla devam eder. Ancak şartlar çok ağırdır. Günün siyasi iktidarı Arapça ve Kur’ân-ı Kerîm öğrenimine fevkalâde muhaliftir. Yakalananlar dağıtılmakta hatta ceza görmektedirler. Derse devam eden kimse kalmamıştır. Hocası durumun nezaketine binaen:

− Evlâdım Tahir, sen eve yalnız geleceksin, derslere yalnız devam edeceğiz, der. Hocamın evine geldiğim zaman etrafı iyice kontrol eder, takip olunmadığımdan emin olunca kapıyı çalardım, derdi.

Derslerde hayli mesafe alınır ancak askerlik yaşı da yaklaşmaktadır. Bu sebeple hocası hafızlık çalışmalarının durdurulmasını, derslerin bir an evvel bitirilmesini, hafızlığın askerlikten sonra tamamlanmasını ister ve öyle olur.

Siyasi baskıların yanı sıra bir de evde had safhada maddi sıkıntılar vardır. “Günlerce zeytinyağı ile pişirilmiş bulgur pilavından başka bir şey yemezdik. Kahvaltıda zeytinle peyniri asla bir arada göremezdik. Çarşıdan ekmek almak imkânsızdı. Nadiren alabilirsek çarşı ekmeğini ev ekmeğine katık yapardık. Çay içmek nedir bilmezdik. Nane, ayva yaprağı gibi şeyler içer, şeker bulamadığımız için ya pekmezle tatlandırır, ya da şekersiz içerdik. Hocama gitmek için kullandığım bisikletin iç lastiğinde semadaki yıldızlar kadar yama vardı. Derse giderken ben ona binerdim, orada açılan yamalar sebebiyle lastik iner, eve dönerken o bana binerdi…” diye ağlayarak anlatırdı.

Evde elektrik yoktur. Gaz lâmbasının ışığında, gaz kalmamışsa geceleri sokağa çıkar, sokak lâmbasının altında ders çalışır. Konya’nın kışları soğuktur, evde de kömür yoktur. Ezberlerini yorgan altında yapmaya çalışır.

Dersler ilerlemiştir. Tahir Hoca Efendi mahallelerinin mescidinde komşularına sohbet etmeye başlar. Kısa zamanda cemaati mescidin dışına taşar ve adı geniş bir çevrede duyulur. Halk genç bir hocanın çok güzel va´z ettiğini konuşmaktadır.

Ancak askerlik yaşı gelmiştir. Îsâ Hoca Efendi askerlik şubesindeki bir tanıdığı aracılığı ile askerliği bir yıl tecil ettirir. Bu sayede dersler tamamlanır. Son Osmanlı icazet hattatlarından Fevzi Efendinin yazdığı icazetnâmesini, o günün hocalarından Müfessir Mehmet Vehbi Efendi’nin duası ile hocasının elinden alır.

Hocası Hacı Îsâ Rûhî Bolay Hoca Efendi’ye devam ettiği talebelik yıllarında, Türkistan taraflarından kaçarak Konya’ya gelen Hacı Hâkî Efendi’den Farsça öğrenmiş, Konya’nın Meşhur âlimlerinden ve velilerinden olan Hacı Veyis Zâde Mustafa Kurucu Efendiden de hadîs ve ahlâk okumuştur. Kapı Camii’nin meşhur imamı Hacı Haydar Efendi’den tashih-i hurûf ve tecvid dersleri alır.

1946 yılı on birici ayında asker olur.

Askerliğini İzmir Foça’da yapar. Askerlik şubesinde yazıcı görevindedir. Askerlik günleri de Tahir Hoca Efendi için istisnaî günlerdir. Daha ilk günlerinden başladığı cami sohbetlerinde Foça’nın cemaatiyle tanışır ve onlarla çok güzel günler geçirir. Deniz kenarında ayaküstü sohbet ederken çok defa sabah ezanlarının okunduğu olurdu, diye o günlerdi zevkle anlatırdı.

Askerlerin ihtiyaçlarını almak için haftada veya on günde bir gemi ile İzmir’e giderler. Bu arada İzmirli birçok dost edinir. Zira ihtiyaçlarını giderdikten sonra gece İzmir’de kalmakta ve Foça’ya ertesi gün dönmektedirler. Geceleri devam eden tasavvuf sohbetlerinde kazanılan dostlarla irtibat bu gün bile hâlâ devam etmektedir.

Askerliğin devam ettiği günlerde, bir Ramazan ayında Konya’ya izine gelir. Hocası Îsâ Efendi’nin Kapı Camii’nde va´z günleri vardır. Çok sevdiği talebesini görünce:

“Evlâdım Tahir, Kapı Camiinde benim yerime sen konuşacaksın. Seni o kara kürsüde görmek benim en büyük muradım idi” der. Dedi kodu olmasından korkan Tahir Hoca, hocasının ısrarlarına dayanamayıp kürsîye çıkar. Tüm Konya artık onu konuşmakta, bu genç hocadan büyük bir övgü ile bahsetmektedir. Zira o günlerde Konya’da va´z eden hocaların hepsi de yaşlı hoca efendilerdir.

Askerlik üç yıl devam eder. 1949 yılı yine on birinci ayında terhis olunur. Konya dönüşü yine va´z etmeye başlar. O günün Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki Hoca Efendi tevâfuken bir camide va´zını dinler. Ankara’ya döndüğünde “Konya’da istidatlı bir genç vâiz var. Onu Ankara’ya çağıralım, usûlen bir imtihan edelim, kendine bir vesika verelim de hizmet etsin.” der. Nitekim öyle de olur. 1950 yılında imtihana girer ve aynı yıl resmen göreve başlar.

O yıl evlenir.

Vâizlik görevinin yanında mahalle mescitlerinde imamlık ta yapmaktadır. Yarım bıraktığı hıfzını da tamamlamaya başlamıştır. Geceleri beş ham ezberlediğini ve o ezberlediği sahifeleri sabah namazında mihrabda okuduğunu anlatırdı.

Hafızasının çok güçlü olduğunu arkadaşları hep anlatmışlardır. Bir hafızlık arkadaşı, bir gün akşamla yatsı arası beş sahife ezberledi ve o sahifeleri yatsı namazında mihrabda okudu, diye anlatmışlardı.

Bu arada, sonraları müftîlik ve imamlık görevlerinde çok başarılı hizmetler verecek olan on beş kadar istidatlı delikanlı ile Arapça okumaya başlarlar. Ancak belirli bir süre sonra ders okurlarken basılırlar ve vâizlik vesikası elinden alınarak bir süre va´zı engellenir. Daha sonra vesika iade edilmekle görevine devam eder.
Babası, annesi, ninesi, kardeşleri eşi ve ilk çocuğu ile kalabalık bir evde az bir maaşla görevine devam etmektedir. Babasının iş sıkıntısı vardır. “Maaşı aldığım ilk gün, yarısından fazlasını mahalle bakkalının borçlarına yatırırdım!” derdi. Bu maddi sıkıntılara rağmen içine düşen hac aşkı ile 1952 yılında ilk haccını eda eder. 1954 yılında bütün zorluklara rağmen ikinci defa hacceder. O yıllarda Türkiye’de Arapça kitap bulmak zordur. İlk haclarından getirdiği kitaplarının onun için ayrı bir değeri vardır.

Va´zları ilk günlerden halkın dikkatini çekmiş ve sevilmiştir. Önceleri hep kenar mahallelerde, küçük camilerde görevlendirilir. Küçük bir caminin mahfeli, cemaatin çokluğu sebebiyle yıkılma tehlikesi geçirir. Bu halden sonra cemaatin de ısrarlarıyla merkez camilerde de konuşmasına izin verilir. Bir yandan va´zlar, diğer yandan tasavvufî sohbetler devam etmektedir. Bir yönüyle genç bir ilim adamı, diğer yönüyle tiz bir derviştir. Bir taraftan büyük cemaatlere hitap eden bir vâiz, diğer yandan sabahlara kadar sohbetlerde gecelerini geçiren bir mürîd.

O günlerde Adana’da ikamet etmekte olan üstâdını ziyaret için Konya’dan Adana’ya kadar yayan gidecek kadar da aşk sahibidir. Dervişlik arkadaşı Âdil Hoca ile Konya’dan Adana’ya bir köyden diğer köye geçerek, bazen at arabasıyla, bazen yaya olarak gittiklerini büyük bir zevkle anlatırdı.

Hacı Veyis Zâde Hoca Efendi ile beraber düğünlere, derneklere, yağmur dualarına ve sair toplantılara hep çağrılmakta, konuşmalar yapmakta ve dualar etmektedir. Bu arada yeni açılan Konya İmam-Hatip Okulu’nda Arapça derslerine girer. Bu hocalık dönemi iki yıl kadar devam eder.

Talebeleri: “Gençler! Pardösünüzü satın kitap alın, zira pardösünün yenisini bulabilirsiniz ama önemli bir kitabı kaçırırsanız bir daha onu bulamayabilirsiniz.” dediğini anlatırlar.

Devam eden maddi sıkıntılar, mahalle mescidlerinde yapılan imamlık görevleri ile giderilmeye çalışılır. Hatta bir ara, bir dostunun dükkânında muhasebe işinde onlara yardımcı olur. Çok sık ev değiştirme derdinden kurtulmak için 1958 yılında bir ev yaptırmaya karar verirler. Ev tamamlanır ama çok borca girilmiştir. O günlerdeki sıkıntısını: “Bu evin borcunu ben bitiremem, benim çocuklarım da bitiremezler de, inşâAllah torunlarım bitirirler derdim.” diyerek anlatırdı.

Hem halka daha faydalı olmak, hem de borçlarını ödemede yardımcı olması için eser te`lifine karar verir. Bugün hâlâ istifade edilen beş eserini o günlerde te`lif eder. Kitap yazdığı günlerini büyük bir zevkle yâd ederdi. Sabahlara kadar değişik kitaplar okuduğunu, bazen ağlamaktan okumaya ve yazmaya fırsat bulamadığını anlatırdı.

1960 ihtilâli, Tahir Hoca Efendi’nin o güne kadar görmediği sıkıntıları görmesine sebep olur. Büyük kitlelerin sevgisini kazanan bu genç vâiz, belirli bir kesimin de hasedini ve kinini kazanmıştır. İhtilâlle ellerine geçen fırsatı değerlendirmek isteyenler “Daha bu adamın ipini ne zaman çekeceğiz?” diye yolda ardından konuşmaya başlarlar. O günleri şöyle anlatırdı:

“O günler çok sıkıntılı günlerdi. Nedensiz niçinsiz tutuklamalar oluyor, gidenlerden haber alınamıyordu. Bu adamlar beni almaya gelirlerse çamaşır, pijama almama bile müsaade etmezler diye, sekiz ay çantam odamda hazır bekledi. Çok îmalı sözler duyardım. Ancak bir tek va´zımdan geri kalmadım.”

Allah’ın lutfu ile zarar verecek bir şey bulamazlar ama 1964 yılında Burdur’a tayin ederler. O gün için Konya’ya nazaran daha değişik bir yapıya sahip olan bu küçük ilimizde yalnız kalmasını hedeflerler. Ancak Burdurlular yeni hocalarına o kadar sahip çıkmışlar o kadar çok sevmişlerdir ki, o günlerini, “Ensârın Muhacirîne sahip çıktıkları gibi Burdurlu kardeşlerimiz de bize sahip çıktılar, hiç yalnızlık çekmedik, hiç garip kalmadık.” diyerek anlatırdı.

Yapılan va´zlar sonucu, Burdur ile Isparta adeta tek il olmuş, civar vilayetlere ve ilçelere konuşmalara gidilmiştir. Cuma va´zlarına Isparta’dan otobüslerle gelir dönerlerdi. Bir hoca olarak ilk salon konuşmasını 1965’te Burdur’dan giderek Denizli’de yapar.

Tahir Hoca Efendi’nin Burdur hatıralarının en önemlilerinden biri de Üstâd Necip Fazıl’la tanışmasıdır. Konferans için Burdur’a gelen üstâd, halkın sitayişkâr övgülerle kendisinden bahsettikleri hocalarını yakından tanımak ister. Akşam kaldığı evde banttan bir va´zını dinler. Ertesi gün verdiği konferansında da bizzat tanışırlar. Kolay kolay kimseyi beğenmeyen üstâd, Tahir Hoca Efendi’yi çok sever ve onun hakkındaki o ilk ve meşhur yazısını yazar. Bu ilk tanışmadan sonra karşılıklı, çok seviyeli bir dostluk üstâdın vefatına kadar devam etmiştir. Üstâd o kadar çok sevmiştir ki, tanışmalarının üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen, 1965 seçimlerinde Tahir Hoca Efendi’ye milletvekilliği teklif eder.

1965 yılında yapılan seçimlerde siyasi iktidarın değişmesi sonucu, o gün Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olan Yaşar Tunagür Hoca Efendi’nin ısrarlarıyla, sürgünle çıkarıldığı Konya’ya müftî olarak döner. Altı yıl devam eden müftîlik yılları unutulmaz hizmetlerin yapıldığı yıllardır.

Konya’ya meşhur üstâdlar getirtilerek önemli konularda hocalara dersler verdirilir. Konya’mıza, bugün Meram Müftîliği olarak hizmet vermeye devam eden müftîlik binası kazandırılır. Müftîlik yaptığı yıllarda va´z etmekten ve çevre illerde konferanslar vermekten hiç geri kalmamıştır. İstişarelerine çok değer verdiği Üstâdı Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu ile müftîlük konusunu istişare ettiği zaman, “va´z etmeyi bırakmamak şartıyla” izin veren üstâdının arzusunu hep yerine getirmiş, müftîlik döneminde de devamlı kürsîde olmuştur.

O yıllarda hemen her sene hacca gidiyordu. Bu gün bir ilçemizde müftülük görevinde bulunan bir hocamız şöyle anlatmıştı:

“Biz o yıllarda Şam’da talebe idik. Hacılar Şam’dan geçerlerken onlarla ilgilenirdik. Tahir Hoca Efendi her sene geçerken bize harçlık getirirdi. Hepimize ellişer lira verir, o da bize büyük destek olurdu. Hacıların gelmesi yaklaştı mı nasıl olsa Hoca Efendi getirecek diye ihtiyacımız halinde borca girerdik, sonra hocamızın verdiği para ile borcumuzu öderdik.”

1968 yılında İzmir’de verdiği bir konferans, siyasilerin çok dikkatini çeker ve adı Büyük Millet Meclisine taşınır. Bir parti başkanı bir konuşmada on dört defa “Konya Müftîsi” diyerek meclis kürsüsünde ondan bahseder.

Konya’da açılmasına karar verilen Lions kulübü, Onun meseleyi kürsîye taşıması, mahalli gazetelerde yazdığı yazıları ile halktan tepki almıştı.

1970 yılında en büyük ideallerinden birini gerçekleştirdi ve daha güzel bir İslâmî hayat için yeni bir mahalle kurdu. Yirmi beş kadar arkadaşı ile geniş bahçelerin içine yapılan, yüksek duvarları sayesinde birbirini hiç görmeyen evlerin meydana getirdiği mahalleye, üstâdının semtini hatırlatması için “Erenköy” adını verdi. “Sadece ezan ve kuş sesi duyulur.” dediği mahallesi, hâlâ Konya’nın mûtena bir semtidir.

Ertesi yıl yapılan mahalle camiinde de dört yıl kadar fahri imamlık yapmıştır. Sabah namazlarından sonra tefsîr dersleri yapılırdı. Cuma va´zlarına ve haftada en az bir defa yapılan yatsı namazı sohbetlerine şehirden de gelen büyük cemaatler iştirak ederdi.

1972 yılında tekrar vâizliğe dönen Tahir Hoca Efendi 1973 yılında emekli oldu. Resmiyetin bağlayıcılığından kurtulduktan sonra onu hep, ya hac veya umre için ya da konferanslar ve va´zlar için yollarda görüyoruz. Yetmişli yıllarda senede üç defa hac ve umre için mukaddes beldelere gidiliyordu. Konferanslar ve va´zlar için memleketin gidilmedik yeri kalmamıştı. Bu seferlere Almanya, Avusturya, İsviçre ve Hollanda seferleri de 1976 yılından itibaren ilâve edilmiştir.

1976 yılındaki ilk Almanya seferlerinde elli iki günde elli dört konuşma yapmışlardı. Bantlara kaydedilen o konuşmalar bu gün bile hâlâ zevkle dinlenilmektedir. O seferlerde yapılan konuşmalar esnasında cemaatin ortasında yapılan itiraflar ve tövbe etme sözleri bantlarda kayıtlı hatıralardır.

1977 yılında, üstâdı Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun işaretleri ve icazetleri ile milletvekili olur. Bu görev de konuşmalar ve konferanslar için bir fırsat olarak değerlendirilir. Birçok ilimiz konuşmalardan istifade eder. Zira Tahir Hoca milletvekili de olsa aslında bir vâizdir ve o görevine devam etmektedir. Milletvekilliği avantajı, usûlüne uygun olarak tebliğ için vesile kılınmıştır. Ancak 12 Eylül darbesi birçok siyasi gibi onu da mahkûm eder. On bir aylık tutukluluk dönemi ve beş sene devam mahkemeler, Tahir Hoca Efendi’yi hem Haremeyn seferlerinden hem de konuşmalardan alıkoyar. Bu arada Erenköy’deki evinde, kütüphanesine kapanır ve mutalâlarına devam eder.

Beş sene devam eden mahkemeler beraatla sona erer ama Tahir Hoca Efendi beş sene Haremeynden ve kürsîlerden uzak kalmıştır. Onun Haremeyn iştiyakını bilen merhum Doktor Ali Kemal Belviranlı Bey, Ali Ulvi Kurucu Üstâda haber gönderir ve “Ağabey, Allah aşkına bu hocaya dua edin, yolu açılsın da mukaddes beldelere kavuşsun, yoksa çıldıracak.” demiştir.

Bu dönemde sadece ev sohbetleriyle yetinilmiştir.

1985 yılında berat edilir edilmez yapılan ilk şey pasaport çıkartılarak umreye gitmektir. Hemen o yıl Suûdi Arabistan’da ikame yani oturma izni alınır. Senenin kısmı âzamının geçirildiği Medîne-i Münevvere yılları, 1999 yılına kadar devam eder. Eşinin rahatsızlığı Türkiye’ye dönüşü mecburi kılar ve Erenköy’deki evine çekilir.

1985 yılından itibaren 28 Şubat kararlarına kadar, Konya’da bulunduğu sürece, Kapı Camii va´zlarına devam eder. O va´zlar bu gün hâlâ hizmete devam etmektedir.

Tahir Hoca Efendi, son yıllarda görmeye alıştığımız hocalık anlayışından farklı bir hoca idi. Sanki selef devrinden kalma bir insan gibiydi. Birçok konuda onu istisnaların arasında görüyoruz.

Görev yapmak, konuşmak, va´z etmek, sohbet etmek onun için bir zevkti. Nereye çağrılsa gider, kim ve kaç kişi olursa olsun onlara sohbet ederdi. Diğer illerden sık sık konuşmaya çağrılır, bütün masrafları kendilerine ait olmak üzere dostları ile birlikte giderler, konuşurlar ve dönerler, asla para alınmazdı. Hiç olmazsa benzin parasını verelim, diyenlere, siz onu başka yerlere harcayın, derlerdi. Sefer esnasında namaz kıldığımız camilerde tanındığı zaman hoca efendiler konuşma rica ederlerse onları kırmaz, bir kahve içimi kadar sohbet edelim der ve hiç olmazsa bir hadis okurlardı. Nerede ve ne zaman kendisinden konuşma istenilmişse hazırlığım yok dediğine hiç şahit olmamışızdır. Kur’ân-ı Kerîm’i önüne açar ve konuşurlardı. Öğleden sonra başladığı konuşmalarına ikindi namazını kıldıktan sonra da devam ettiğini de görmüşüzdür. Bu konuda cemaatin istidat ve arzusuna riâyet ederlerdi.

Konya’da bulunduğu sürece hemen her hafta ev sohbetleri olurdu. Bu sohbetlerde her meşrebden, her görüşten insanlar bulunur, onların hatırlarına riâyet ederdi. Sohbetin sonunda hafızlar ilahiler ve kasideler okurlardı. Daha sonra “çekin bakalım cüzdanları” der, ya bir fakir kişi için, ya bir talebe için ya da bir hayır kurumu için mutlaka para toplanırdı. Daima önce kendi verir, herkesten daha çok veren olmak isterdi. Bu yolla birçok caminin inşaatına yardım edilmiş, müstakil minare ve çeşmeler yapılmıştır. Hafızlığını tamamlayanlara umre vaad eder, gençlerin evlenmesine yardımcı olurdu. İhtiyaç sahiplerini araştırır, onların odun kömürleri alınırdı. Kapı Camii’nde, kürsîden bir hayrı cemaate duyurdu mu ilk önce kendisi kürsîden verir ve “Bakın hocanız olarak ben bu kadar veriyorum, siz de ona göre verin!” diyerek halkı teşvik ederdi. Bayramlarda büyük küçük bütün yakınlarına harçlık vermekten büyük bir mutluluk duyar, çok yaşlı olanlara bile verir, onlarda zevkle kabul ederlerdi.

Hafızlara çok değer verir, meclislerde onları daima yukarılara oturtturur, yer yoksa gençleri kaldırarak onlara yer açardı.

Gençleri hafızlığa teşvik eder, küçük çocuklara “Hâfız olun, âlim olun, velî olun, büyük adam olun.” diye dua ederlerdi. Hadis ezberlemeye çok önem verir, eve ziyarete gelen imam-hatip ve ilâhiyat talebelerini, değişik konularda bildikleri hadisler var mı diye imtihan ederlerdi. Her evden en az bir hafızın yetişmesini ve bir erkek evlâdının da ilâhiyat tahsiline ayrılmasını isterlerdi. Kur’ân-ı Kerîm kursları için “Onlar, memleketin siper-i sâikalarıdır.” derlerdi.

“Doksan dokuz oğlum olsa hepsini imam-hatipten geçiririm!” derlerdi.

Çok titiz bir ev yaşantısı vardı. Dağınıklığı asla sevmezdi. Meselâ kütüphaneden alınan bir kitabın mütalaası bittikten sonra mutlaka yerine konulmasını ister, kullanılan bir el âletinin yerinin hep aynı olmasına dikkat eder, arandığı zaman hep aynı yerde bulunmasını isterdi. Özel eşyalarının karıştırılmasından asla hoşlanmazdı. Bulunduğu oda veya ev, neresi olursa olsun mutlaka her şeyin düzenli görünmesini isterlerdi. Saate çok dikkat eder, randevularında dakikaya kadar riayet gösterirlerdi. Mesela bir yere gidileceği zaman, dostlarına dakika verir ve o dakikada kapının önüne çıkardı. Etrafındaki dostları “Hocam evden çıktığı an saatlerinizi ayarlayabilirsiniz.” derlerdi. Yıllarca Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de kaldıkları halde Haremeyn’e gidiş saatleri asla değişmez, mümkün olan en erken saatte haremde olurlardı. Gece erken kalkmak için mutlaka saatlerini kurarlar ama hep saatten önce kalkarlardı. Medine-i Münevvere’de kalanlar onun daima kapılar açılmadan Mescid-i Nebî’ye geldiğini görmüşlerdir.

Haremeyn’de olmaktan o kadar zevk alırlardı ki: “Akşamdan sabaha kadar o kadar özlüyorum ki, her sabah veya akşam Türkiye’den yeni geliyormuşçasına heyecanlanıyorum ve o zevkle hareme gidiyorum.” derlerdi. Yıllarca Haremeyn’de bulundukları halde, son yıllarına kadar onu ne Ravza-i Mutahhara’da Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in huzurunda, ne de Kâbe-i Muazzama’nın karşısında bağdaş kurmuş halde gören olmamıştır. Son yıllarında dizlerindeki rahatsızlık sebebiyle bağdaş kurarak oturduğunu gören yakın bir dostu “Demek ki Tahir Hoca da artık ihtiyarlamış!” diyerek bu hakikati ifade etmişlerdir. Devamlı Kur’ân-ı Kerîm okurlardı. Dakikalarca Kâbe-i Muazzama’ya nazar ederlerdi.

Mescid-i Nebevî’de bulunduğu günlerde “Hocam nasılsınız?” diyerek hatırını soran bir kardeşine:

“Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in dergâhına istid´â verdim, Tahir hoca, ölçülerin tuttu, köleliğe kabul olundun derlerse, sen bak bendeki neşeye!” diye cevap vermişlerdi. Efendimizden bahsedilirken: “Dudaklarım eşiğinde, yanağım ayak izlerinde!” diye teslimiyetlerini ve sevgilerini anlatmaya çalışırlardı.
Hayatımız boyu kimsenin hatırına söz söylediğine şahit olmamışızdır. Misafirine çok değer verir, ancak şer´î konularda -evimizdeki misafir dahi olsa- taviz vermezdi. Gördükleri şer´î bir hataya mutlaka müdahale ederlerdi. Bilhassa yakınlarına karşı asla tavizkâr olmamışlardır. Ev halkına ve yakın çevresine karşı muamelesinde ölçü hep İslâm olmuştur. Takdirleri ve tebrikleri hep İslâm’a göre, tenkitleri ve sitemleri de hep yine İslâm’a göre olmuştur. Namaz ve başörtüsü konusunda çok titiz davranırlar, dostlarının kazançlarının helâl olması için çok ciddi ikazlarda bulunurlardı. Kendisi ile istişarede bulunanlara daima şer´î ölçüler içinde telkinlerde bulunurlardı. Huzurunda gıybete asla kimse cesaret edemez, fuzulî şeylerden bahsedilemezdi. O, sert bir aile reisi, saygı duyulan bir aile büyüğü idi. Doğan çocuklara isimleri koyar, tüm akraba hangi konuda istişarede bulunsa onlara yol gösterirdi. Bütün tavizsizliğine, yerine göre sert ikazlarına rağmen hiç kimse ona kırılmamış, ondan uzaklaşmamış, herkes onun duasını daima ganimet bilmiştir.

Ev hayatında haremlik-selâmlık konusuna çok dikkat ederlerdi. Erenköy’deki evimizin projesini kendisi çizmiştir. Evimizde erkeklerin giriş kapısı ayrı, hanımların giriş kapısı ayrıdır. Erkekler girişi bölümünde hanımlara ait bir eşyanın bulunmasını asla istemezlerdi. Evde misafir varken hanımlar daima düşük sesle konuşurlar, sesleri asla misafir odasına gelmezdi.

Nâmahrem olanların karışık oturmaları hayatı boyu en çok ve en ciddi muhalefet ettiği hususların başında olmuştur. Bu titizliği sebebiyle hayatı boyu hanımlara özel sohbeti hiç olmamıştır. Ancak müsait şartlarda ve kendilerine has yerlerinde sohbet dinlemelerine de hiç engel olmamıştır.

İbadetleri çok itinalı idi. Cemaate devama çok önem verir, teheccüde mutlaka kalkar, evrâdını asla aksatmazdı. Elinden tesbihi hiç düşmezdi. Yolculuklar hep özel arabalarla yapıldığı için, yolda namaz vakti olunca ilk camide durulur ve namaz kılınır, namazlarda sünnetler asla terk edilmez, tesbihler çekilir, dualar edilir sonra yola devam edilirdi.

Mezhep disiplinine çok dikkat ederdi. Diğer mezhep imamlarına olan aşırı sevgisinin yanında Hanefi mezhebinin görüşleriyle amel ederdi. Gerek Haremeyn’de bulunduğu zamanlarda, gerek yolculuklarında bu disiplinden taviz verdiklerini hiç görmedik.

Onun en mümeyyiz vasıflarından biri de selefe bağlılık, Allah dostlarına aşırı sevgi ve tarihe saygı idi.

Ricâlullaha teslimiyeti, manevi feyzin ana kaynağı olarak görür, onlara muhabbeti veya muhalefeti daima ölçü olarak telakki ederdi. Bilhassa bizzat müntesip bulunduğu Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’ne aşırı bir sevgisi ve saygısı vardı. Hemen her konuda kendileri ile istişare ederlerdi. “Hayatım boyu ondan daha büyüğünü görmedim; onun kadar nefsini terbiye etmiş bir zata rastlamadım.” derlerdi.

Müminlerin duasına çok değer verir, bir emriniz var mı efendim diyenlere: “Bir tek ricam var, beni duadan unutmayınız, hocanız olarak sadece bu kadar bir yüküm var size” der ve ilave ederlerdi: “Aman dua alın, aman dua alın, aman dua alın!” Eve gelen misafirlere hep şunu tekrar ederlerdi: “Ne kadar bahtiyarız desek az. Zira sevdiklerimiz hep Allah dostları, sevenlerimiz hep Allah dostları.”

Zor şartlarda, sıkıntılı günlerde hep “Bizim Allah’ımız var. Görüyor, duyuyor, biliyor ve her şeye kâdir.” diyerek etrafını teselli ederlerdi.

Büyük insanları yüce dağlara benzetir “Onların başları daima dumanlı olur ama seller ve sıkıntılar eteklerinden geçer.” derlerdi. Çile çekmeden asla da´va adamı olunamayacağını, büyük insanların hep çektikleri çileler sonunda büyük olduklarını ifade ederler ve konu ile ilgili hadîs-i şerîfe işaret ederlerdi.

Hocalarını asla unutmaz, Onlardan ders okumuş olması ile iftihar eder, hemen her sohbetinde onları hayırla yâd eder, rahmetle anar, sık sık onlarla olan hatıralarını anlatırdı.

Oturma odasında oturduğu yerde daima yanında birkaç kitap bulunurdu. Ya kitap okur ya da tesbih çekerdi. Yanında bir teybi de daima dururdu. Kimi zaman banttan ilâhiler ve kasideler dinler, radyodan haberleri mutlaka takip ederdi. Haberleri sunan spiker bayan olursa “Radyoyu kapattıktan sonra istiğfar ediyorum.” derdi. Her gün en az bir ulusal bir mahalli gazete eve gelir, onları ilgi ile okurdu.

Bizlerle ve torunları ile lâtifeleşmeyi çok sever, küçüklerin anlattıkları fıkralara güler, onlara hayatında geçirdiği bazı tatlı ve gülünecek hatıraları anlatır, onları güldürürdü.

Asla yemek seçtiğini görmedik. Her ne pişirilmişse yer, ne ikram edilirse asla reddetmezlerdi. Ben bunu yemiyorum dediği bir şeyi hatırlamayız. Çay içmeyi çok severdi. Akşamdan sonra “Yâ Hû! Çocuklar ikindiden beri çay içmiyoruz haydi bir çay yapın da içelim.” diye çay sevgisini izhar ederlerdi.

Çok mukavim bir bünyesi vardı. Kara yoluyla umrelere ve haclara gittiği dönemlerde, arabasını kendisi kullanır, Medine’den çıktıktan sonra Şam’da birkaç saat dinlenir ve onunla Konya’ya girerlerdi. Süratli araba kullanmayı severlerdi. Başkalarının yanında yolculuk ederlerken önde otururlar ve yolculuk boyunca asla uyumazlardı.

Toprakla meşgul olmayı çok severdi. Bahçedeki ağaçları elleriyle budar, aşı yapar, bizzat sularını verirdi. Çiçeklerle meşgul olmaktan çok zevk alırlardı. Erenköy adıyla kurulan mahallelerindeki binlerce ağaçta hep Onun emeği vardır.

Seyahati çok sever, çok güzel yüzerdi.

Va´zlarında ve konferanslarında çok cesur konuşurdu. Gazetede veya dergide gördükleri ya da haberlerde işittikleri bazı şeyleri kürsîye çıkarırlar, bilhassa İslâm’a olan saldırıları çok ağır dille eleştirirlerdi. Bu sebeple çok sorguya çekilmiş, camiden alınarak karakola götürülmüştür. Rabbimizin lûtfu ile mahkûm olmamıştır ama birçok takipsizlik kararı da hâtıra olarak kalmıştır.

Edebiyatla ilgilenir, va´zlarında şiir okumayı ihmal etmezdi. Bilhassa Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Muhammed İkbâl ve Mola Câmi hayranlıkla şiirlerini okuduğu büyüklerdir. Şeyh Galib, Nâbî gibi Osmanlı şairlerini hep kürsîye çıkarır, Âkif’i asla unutmazdı.

Edebiyatta bir maharet olan ebcedle tarih düşürülmesi konusunda mahareti vardı. Bir gün, evimizde bir dostunun beyitler okuduğuna onunda peşinden tarihleri hemen söylediğine şahit olmuştum.

Büyük bir Osmanlı hayranı idi. Tarih bilgisi de oldukça iyi idi. Osmanlıyı şöyle tarif ederdi: “Akl-ı selim; zevk-i selim; azm-i kavi.” Yani daima en mükemmeli ve en güzeli yapmışlar. Düşündükleri hemen her şeyi gerçekleştirmişler.

Misafire ikramı çok sever, seçkin misafirlerimiz olduğunda sofraya oturmaz, onlara bizzat hizmette bulunurlardı. Hemen hemen misafirimizin olmadığı gün olmaz, sık sık yemekli misafirlerimiz olurdu.

Büyüklerine saygı duyduğu, cemaatini sevdiği için kendisi de büyük insanlar tarafından sevilmiş, saygı duyulmuştu. Başta Üstâdı Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Efendi olmak üzere evimizde Hacı Veyis Zâde Mustafa Efendi, Lâdikli Hacı Ahmed Efendi, Ali Ulvi Kurucu Efendi, Muhammed Harrâni Efendi, Mehmed Zâhid Koktu Efendi, Musa Topbaş Efendi, Mekke Ulemasından Muhammed Alevî Mâlikî Efendi, Havlucu Ahmed Efendi, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi gibi büyük insanlar; Necip Fazıl Üstâd, Necmeddin Erbakan gibi meşhurlar misafirlerimiz olmuşlardır. Ayrıca Cumhurbaşkanımızın, Başbakanımızın ve bazı bakanlarımızın ve Diyanet İşleri Başkanımızın evimizi teşrifleri de bizler için şeref olmuştur.

O ömrü boyu İslâm’a hizmet aşkı ile yandı. Ömrü boyu ilme ve insanlara hizmet etti. Maddi hiçbir karşılık beklemeden, dünyevi bir makama talip olmadan, insanların elinde olana asla meyletmeden ALLAH rızası için koştu koşturdu. Çalıştı çabaladı. Bir Ankara konferansından sonra fanilasından tam bir su bardağı ter sıkmıştım. Ceketleri hep terden eskimiştir.

“Bir gün İslâm hayata hâkim olursa, balkondan alkışlayanlardan olmayacağız. Bu güzel günlerde Allah’ın izniyle bizim de el emeğimiz, alın terimiz var diye bahtiyar olanlardan olacağız.” derdi.

Ayrıca “Ölmeyeceğim! Aziz Konyalılar Allah’ın izniyle ölmeyeceğim.” diyordu. Bugün televizyonlar ve radyolar va´zlarını halka fasılasız dinletiyorlarsa, bu tespitin ve duanın en bariz tezahürüdür.

Hizmetle geçen o güzel ömrün en güzel şahidi, Ümmet-i Muhammedin vefatındaki vefâsıdır. Yarım milyona yakın insanın gözyaşlarıyla parmaklarının ucunda taşıdıkları tabutu ile Tahir Hoca Efendi, Rasûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem’in “Siz arzda Allah’ın şahitlerisiniz!” diye tespit buyurdukları, inananların en mükemmel duygularla dile getirdikleri şehadetleri ile ebedi âleme uğurlandı. Onun vefatı da, cenaze merasimi de bir va´z olmuştu. O Mâşûkuna giderken de va´z ediyor, tebliğde bulunuyordu. İslâm’a adanan bir ömrün sonunu âleme ilan ediyor, bizlere nasihatte bulunuyordu.

Makamı Firdevs-i a´lâ olsun.

………………………………..

Sözün sonunda Üstâd Necip Fazıl’ın onun için köşesinde yazdığı üç makaleyi bir hâtıra olarak aktarıyor, “sultanü’l-vâizîn”i “sultanü’ş-şuarâ”nın kaleminden arz etmek istiyorum.

Üstâd, Burdur’da ilk karşılaştıklarında, “Noktalama” köşesinde İstanbul’a şu kısa notu geçer:

DİN ADAMI

Bu vatanın kaldırımları fildişinden ve evleri billûrdan, hayal üstü bir madde ve mânâ kemâline ulaşmış bir başkenti, sitesi (metropolis)i olsaydı da, bu başkentin 1 milyon kişilik büyük mâbedinde, her evin her odasında bir hoparlör içinde sesi uğuldayan bir üstün kelâm ve hakikat vâizi bulunsaydı, onu bile bana hor gösterecek çapta, gerçeklikte ve derinlikte bir din adamına, 25.000 nüfuslu Burdur Kasabası’nda rastladım.

Gelince anlatırım.

KISAKÜREK [1]

O seyahatinden İstanbul’a döndükten sonra “Çerçeve”de şunları yazar:

Tahir Büyükkörükçü

Şöhretini uzaktan duyduğum, fakat şahsiyle, eserini ve tesirini Burdur Kasabası’nda gördüğüm Tahir Büyükkörükçü, öteden beri vasıflarını hayalimde yaşattığım üstün din adamının hâlis örneği… Öyle ki, insan, döküm işiyle elde edilebilen bir varlık olsaydı, Tahir Hoca’yı kumda açılmış bir kalıp gibi, model diye gösterebilirdim. Bütün din adamları, madenlerini o kalıpta dondurup Tahir Hoca şeklinde meydana çıkın…

Madde bakımından mümkün olmayan bu döküm işi, unutmayalım ki, ruh yönünden kabildir; ve ruhların birbiri içinde erimesi, Allah’ın imkân âlemine bahşettiği bir keyfiyettir. O halde ruhlar, mâdenlerini yine Tahir Hoca’nın kalıbında dondurup şekillensin… Husûsiyle din telkinine memur insanlar…

Tahir Büyükkörükçü, din adamında, ilmin ruha dönüşünü ve ruhun, bir taraftan en iyi ahlâka yuva oluşunu, bir taraftan da her mukavemeti eritici bir “nâr-ı beyzâ” potası haline gelişini, topuğundan saçına kadar heykelleştirmekte… O, büyük dâvânın mukaddes ölçülerini (pasif) bir nakil plânında geveleyen köhne bir ses ustuvanesi değil, aynı ölçülerin dost ve düşman bütün kutuplarını tanıyan ve cemiyetteki her tatbik şeklini bilen yepyeni bir nida hançeresi…

Burdur gibi bir köşeye itilmiş, tıkılmış olan bu nida, kendisini 24 cami ile oradaki tugaya ve hapishaneye bağlayan, böylece bütün Burdur’u fıkır fıkır kaynatan nakil şebekesiyle, gönül isterdi ki, bütün Türkiye’yi filesi içine alsın…

Burdur, bütün vatanın hasret çektiği din adamı örneğini koynunda barındırdığından, bütün vatan da, bunca ölü, sakat veya sapık misaller içinde nümunelik şahsiyetin Burdur’da bulunduğundan haberli midir?”. [2]

1968 yılında bir siyasi parti liderinin Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşma üzerine de yine “Çerçeve” adlı köşesinde şunları yazmıştı:

Konya Müftüsü

Konya Müftüsünden ne isterler? Onu belli başlı bir şahıs olarak mı ele alırlar, bir makam veya bir sembol diye mi? Hakkında menfî sıfatların hepsini tükettiğimiz ve yenisini bulmakta âciz kaldığımız ihtiyar Paşa, asıl alâkalı isimleri anmaktan çekindiği için, “Konya Müftüsü”nü bir kere ağzına alır ve ondan sonra bu tabir sloganlaşır. Konya Müftüsü aşağı, Konya Müftüsü yukarı!.. Hattâ mâhut gazetenin yazarı, Konya Müftüsü’nü üçayaklı sehpanın bir ayağı olarak göstermeye kadar gider; başka bir gazete de “günün ansiklopedisi” şeklinde, bu yedi başlı, kırk kollu ve yetmiş ayaklı canavarın kafa kâğıdını neşretmeye kalkar. Konya Müftüsü, Tahir Büyükkörükçü isimli, ruhta ve maddede genç ve dinç, derin ve gerçek bir müslümandır; ve din adamları içinde vecd, ihlâs, irfan ve idrak bakımından sayısı birkaçı geçmeyen müstesnâ örneklerden biridir.

Bu dâvânın (fors motris) dedikleri muharrik kuvvetlerin dile almaktan korkup da Tahir Büyükkörükçü’yü makam ismiyle hedef tutmak, din adamları tarafından kanunsuz bir hareket köpürtüldüğü yolunda bazı mercileri ve zümreleri kışkırtmak içindir ve her zaman olduğu gibi tâbiyelerin en denîsidir. Yalnız makam ismiyle anılan Tahir Büyükkörükçü, asıl bu ismin arkasındaki temsilci mânâ ile ele alınıyor, böylece şeriatin harekete geçtiği ve her şeyi silip süpürmek üzere olduğu tarzında bir hava yayılmak isteniliyor.

Ve işin en hazin tarafı, cevap vermeye tenezzül etmeyecek olan bu makamın asîl sükûtu, kendilerince zaaf telâkkî edildiği için hücum istikameti kolayca o tarafa çevriliyor ve hakikatte mimledikleri hedef, üzerlerine yalın kılıç gelmesin diye bir ân görmemezliğe getiriliyor.

Sevgili Tahir Büyükkörükçü!

İslâm dâvasının, bokstaki antrenman yastığı gibi, tokatlanacak insanı olarak seni seçenlere teşekkür ve bu halinden Allah’a hamdet!.

Necip Fazıl Kısakürek [3]

Aziz üstâda, yüce ruhuna binlerce teşekkür.

ALLAH’a emanet olun

Dr. Abdurrahman BÜYÜKKÖRÜKÇÜ
Konya Merkez Vâizi
Konya 12. 07. 2011

[1] Necip Fazıl Kısakürek, “Noktalama”, Yeni İstanbul Gazetesi, 17 Ocak 1965.

[2] Necip Fazıl Kısakürek, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 19 Mart 1965.

[3] Necip Fazıl Kısakürek, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 8 Mart 1968.

 

Büyük İslam Alimi Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin hayatı

Paylaşabilirsiniz...