Hüseyin Kutlu

Ali Rıza Özcan, hattat Hüseyin Kutlu’yla imam olarak Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde yaptığı çalışmaları, kaybolan medeniyetimiz adlı kitabını ve tarihi mezarlıklarımızın içler acısı halini konuştu.

Klasik devrin son camilerinden biri olan Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde, 1976 yılından itibaren otuz yıla yakın bir süre imam-hatiplik yapan Hüseyin Kutlu, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu bir aydın, idealist bir din adamı ve Hattat Hamid’den icazet almış kudretli bir hattattır. Bir harabe halinde devralıp pırıl pırıl bir mekana dönüştürdüğü Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde önce temizlik ve düzeni sağlamış, sonra semt sakinlerinin ve hayırsever işadamlarının yardımıyla bahçeyi tanzim ettirip zamanla gül, lale, nergis gibi klasik çiçeklerin farklı türlerinin yetiştirildiği bir Türk bahçesi haline getirmişti. Klasik sebil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan ve o göreve başladığında, Vakıflar’ın yaptırdığı birkaç payandayla ayakta durabilen Hekimoğlu Sebili’ni de -bürokrasiyle üç yıl süren bir mücadeleden sonra- restore ettirdi. Klasik bir kütüphane binası olan ve benzerine az rastlanan Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi de onun gayreti ve kararlılığı sayesinde asli kimliğine kavuşturuldu ve “Uygulamalı Türk-İslam Sanatları Kütüphanesi” adıyla, hat, tezhip, minyatür, ebru, çini gibi klasik sanatların öğretildiği ve sergilerin açıldığı bir çeşit akademiye ve sanat galerisi haline getirildi. Hüseyin Kutlu’nun önemli başarılarından biri de, caminin haziresindeki mezar taşlarını yeniden düzenleyerek gerçekleştirdiği envanter çalışmasıdır. Bu envanter, “Hekimoğlu Ali Paşa Camii Haziresindeki Tarihî Mezar Taşları” alt başlığını taşıyan Kaybolan Medeniyetimiz (2005) adlı kitapla kayda geçirilmiş bulunuyor. Hüseyin Kutlu ile bu kitap çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirdik:

“Ali Paşa hattatı”

Hüseyin Bey, sadece muhtevasıyla değil, fotoğraftan ve baskı kalitesiyle de örnek bir kitap olan “Kaybolan Medeniyetimiz-Hekimoğlu Ali Paşa Haziresi’ndeki Tarihi Mezar Taşları’nı yayına siz hazırladınız. Bu kitap nasıl doğdu, anlatır mısınız?

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Ben arkeolog, sanat tarihçisi veya genel anlamda bir araştırmacı değil, bir cami imamıyım. Ali Paşa imamı. Allah rahmet eylesin, Süheyl Ünver Hoca, “Ali Paşa hattatı” olarak tanınmamı ister, “Sen Ali Paşa hattatısın” derdi. Ali Paşa hattatı, Ali Paşa imamı, nereden çıktı? Müsaade ederseniz önce bunu anlatayım.

Eskiden İmam-Hatıp çıkışlı olanlar üniversiteye alınmıyordu. Biz fark dersleri vererek yahut bir sene düz lisede son sınıfa devam ederek bu hakkı elde ediyorduk. Böylece iki diplomaya sahip olunduğu için bir taraftan Yüksek İslam Enstitüsü’ne kayıt yaptırıp, diğer taraftan da herhangi bir üniversiteye devam etmek, yani her iki okulu da beraber yürütme bir yarış vardı. Ayrıca vaizlik görevi almak suretiyle hiç olmazsa harçlığımızı çıkarmaya çalışırdık. Fakir de o geleneğe uydum. Aklımda Diyanet’ten herhangi bir görev alma fikri yoktu. Benim hedefim felsefe okumak, felsefe öğretmeni olmaktı. Az önce belirttiğim sebeplerle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdiğim sene vaizlik görevi aldım. İstanbul’da boş kadro olmadığı için münhal bulunan Eskişehir’in Mihalıççık kazası merkez vaizliğine atandım ve göreve başladım.

Zor olmuyor muydu gidip gelmek?

 

Zordu elbette, ama bu görev benim hayatımı değiştirdi. Kürsüye çıkıp vaaz ettiğim ilk gün camiyi yeniden keşfettim. Ben camiyi yolunu, yönünü bulmuş, meselesini halletmiş insanların girip çıktığı yer olarak biliyordum. Zihnimdeki bu cami birden fonksiyonunu yitirmiş, sadece şekilden ibaret bir şeye dönüşmüştü ve ben vaiz değil, imam olmam gerektiğine kanaatine vararak vaizlik görevimi imamlığa çevirdim. “Bir cami modeli geliştirmem lazım’ diye düşünüyordum.

Yeni bir cami modeli

Nasıl bir model?

Eski fonksiyonlarını yeniden kazanmış bir cami… Cami, dün olduğu gibi bugün de İslam medeniyetinin merkezi olamaz mı? Niçin olmasın? Bu sorunun cevabına odaklanmıştım. Kafam, gönlüm hep bununla meşguldü. Sorunun cevabı zihnimde netti. İslam bir medeniyettir. Bu medeniyetin de merkezi camidir. Ancak bunu yazarak, söyleyerek değil, icraat olarak ortaya koymak gerekiyordu. Medeniyetimizin içinde 1400 yıllık bir kültür ve devamlı gelişme gösteren sanatlarımız var. Mimarisiyle, çinisiyle, taş işçiliğiyle, kündekarisiyle, hattıyla, kalem işiyle bu İslami medeniyet unsurları zaten var. Bize bunları görmek ve göstermek kalıyordu. Belki bir rehberlik, tercümanlık denilebilir. İmam sadece dini ibadetleri, merasimleri şeklen yerine getiren veya yerine getiren devlet memuru değildir. Çok yönlü, meziyetli, becerikli, her şeyden haberli, görgülü, centilmen, olgun, iyi yetişmiş, saygın bir kişi olmalıdır. Camiyi Allah’ın evi, gelenleri yani cemaati de Mevla’sının misafirleri bilen, onlara ikramı, hürmeti, sevgi ve saygıyı, Mevla’sına saygı olarak görebilecek basiret sahibi uyanık bir mümin… Bu düşünceyi bir ideal olarak içimde büyüttüm. Cami ile gönül irtibatım başladı. 1976 askerlik sonrası İstanbul’a döndüm.

Bu arada Felsefe Bölümünü bitirdiniz mi?

Evet, ama bu imamlık konusundaki fikrimi değiştirmedi. Fakat şöyle büyük, eski, müştemilatı olan bir camide görev yapmak istiyordum. Çeşitli camiler gösterildi, biri Hekimoğlu Ali Paşa Camii… Bu cami bana cazip geldi, çünkü bir külliyeydi ve tam bir harabeyi andırıyordu. Ali Paşa’da, 1976 yılında Kurban Bayramı’nın yaklaştığı günlerde göreve başlamıştım. Cami avlusu kurbanlıklarla doluydu, düşünebiliyor musunuz? Önce caminin ihata duvarları içinde bulunan her şeyi kontrol altına almam gerektiğini anladım. Bu duvarlar içinde sebil, şadırvan, türbe, kütüphane, çeşme ve hazire mevcut. Tabii durum içler açışı… Yapılması gereken hizmetler için ne yetkim ne de imkanım var. Merhum dedem, ilk torunu olduğum için beni yanında yatırırdı. Yatmadan önce Battal Gazi, Köroğlu, Ferhat ile Şirin’i vb. okurdu. Küçücük yüreğim bir taraftan onların yiğitlik, cesaret ve kahramanlık coşkusuyla kükrerken, diğer yandan dinlediğim Ahmediye, Muhammediye, Envarü’l-Aşıkın gibi huzur, sükun telkin eden ve Rahmet Peygamberi’nden yansıyan nurlarla aydınlanır ve huzur bulurdu. Ali Paşa’da işe koyulurken Battal Gazi mi, Köroğlu mu, Ferhat mı, yoksa dövene elsiz, sövene dilsiz Yunus mu, ne olmalıydım? En iyisi belki bir terkip diye düşündüm. Yüreğim beni sorumlu tutuyordu. Bu sorumluluk duygusuna karşı kayıtsız kalamazdım. Elest bezminde “bela”, yani evet deyip sonra döneklik yapmak, oğlu olmamız sebebiyle Adem babamızı, bütün mevcudat gibi bizim de sebeb-i hilkatimiz olmak bakımından da adı güzel kendi güzel efendimizi incitmez miydi? Hasılı sorumluluktan kaçış yoktu. Tabii kaçmak isteyen de… Fakat yetki meselesin! nasıl halledeceğimi bilmiyordum. Daha doğrusu üstlendiğimiz görevin sınırları ve resmi çapı itibariyle işaret etmeye çalıştığım sorumluluğa denk yetkiye asla sahip kılınamayacağım apaçık ortadaydı. Kendimi kara sevdalı gibi görmeye başladım. Adına sorumluluk dediğim sevdiceğime nasıl kavuşacaktım. Hani ümitsiz aşk gibi bir şey. Ye’se kapılıp kendimi dağdan atma yerine Ferhat gibi dağı delip Şirin’ime kavuşmalıydım. Köroğlu gibi kırata binip dağı aşmalıydım. Kendi kendimi yetkilendirdim. Evet. kendi kendime yetki verdim. Bundan sonrası uzun bir macera. Belki bir gün ‘Ali Paşa imamı” romanında okursunuz. Akdımda böyle bir şey var. Yirmi dört yıllık macerayı o romana bırakıp son yaptığımız işe, Kaybolan Medeniyetimize gelelim, isterseniz. Tabi bu, yapmak istediğim en son iş değil, yaptığım en son işti. Bağcılar Hacı Bostan’a sürgün edilmeseydim yapmak istediğim son işi de belki şimdi yapmış olacaktım.

Bir envanter çalışması

Yaptığınız son iş, söz konusu kitaba konu olan iş, değil mi?

Evet, hazireyi düzenlememiz gerekiyordu, çünkü perişan bir durumdaydı. Mezar taşları yıkılmış, kırık taşların bir kısmı duvar yapımında kullanılmış, diğer bir kısmı mezarlara kapak taşı olmuştu. Bazıları toprağa gömülmüştü. Vinçlerle 300-400 kiloluk taşları gömüldükleri yerlerden çıkardık. Bir nevi arkeolojik kazı yaptık. Eksik parçalar tamamlanarak taşlar yeniden dikildi. Mezar taşları temizlendi, lahitler ve şahideler doğru yönde tekrar düzenlendi. Bu çalışmalar sırasında başımızdan bazı nahoş hadiseler de geçti. Bir zamanlar hatırlarsanız “Hizbullah Operasyonları” gündemdeydi. Bizim bu çalışmalarımız da o günlere tesadüf ediyor. Hazireyi düzenlerken hakkımızda ihbar yapılmış, Terörle Mücadele Ekipleri tarafından basıldık. Bizi şu an bulunduğumuz kütüphaneye kapattılar. Mezar ev aradılar. Mesele anlaşılınca özür dilediler, ama biz mezara gömülmekten beter olmuştuk tabii. Her neyse, hazire düzenlendikten sonra sıra bunun yayınlanmasına ve kültür hayatımıza kazandırılmasına gelmişti. Baştan sona kadar her taşa numara verilerek bir envanter çalışması yapıldı. Ölçekli olarak hazirenin haritası yapıldı ve taşların resimleri çekildi. 66 tanesinin üzerinde titizlikle çalışılarak bir sanat albümüne dönüştürüldü. Kalan diğer taşlar da okunarak albüme dahil edildi. Okunuşlar defalarca gözden geçirildi. Uygulamalı Türk-İslam Sanatları Kütüphanemizin Osmanlıca, hat ve tezhip gurupları kolektif bir çalışma sergilediler. Neticede bu eser meydana geldi.

Hakikaten güzel ve önemli bir eser. Bütün tarihi külliyeler ve eski mezarlıklar için de böyle envanter çalışmaları yapılması gerekir. Hem de hiç vakit geçirilmeden Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı işbirliğiyle hazirelerde envanter tespiti yapılmalıdır. Ancak bu, camilerde yapılan envanter tespiti gibi olmamalı. Cami hazirelerinden taşların çalınma riski az ve buralara defin yasak olduğu için mezarlık mafyası hazirelere pek giremiyor. İstanbul’un tarihi mezarlıkları için durum böyle değil. Mezar yeri açmak için önce taşlar kırılıyor. Kırılan bu taşların her biri müzelik. Ya mermerciler taşlan kazıyarak yeniden malzeme olarak kullanıyorlar yahut bu taslar yurt dışına eski eser olarak satılıyor. Yani eski eser mafyası da işin içinde. Bir taşla kaç kuş vuruluyor.

Zavallı Karacaahmed!

Galiba mezar yeri açmak için de eski mezarları tahrip ediyorlar. Maalesef, bakın Karacaahmet Mezarlığı’nda Hattatlar Sofası yok olmak üzere. Hattat Hamid Bey’i denettiğimiz 1982 senesinde burası mevcuttu. O tarihte ben orada yeni mezar hatırlamıyorum. Yeni definler 1982’den sonradır. Tarihi mezarlıklarımızın bu talandan bir an önce kurtulması lazımdır. Üsküdar Belediye Başkanı Mehmet Çakır Bey, Karacaahmed Mezarlığı için ne yapılması lazım geliyorsa bütün gücüyle destekleyeceğini söyledi. Tarihi mezarlıklarımızda henüz talan edilmemiş bölgeleri kamera güvenlik sistemiyle izleyebiliriz. Buralara defin yasağı getirilebilirse bu da caydırıcı olur. Recep Tayyip Beyin Belediye Başkanlığı zamanında mezarlıkların etrafı duvarlarla çevrildi. İyi niyetle yapılan bu hizmet ne yazık ki mezarlıklarımızın tecrit edilmesine sebep oldu. Oysa ki ihata duvarları tıpkı tarihi cami duvarlarında olduğu gibi dirilerle irtibatı sağlayan pencerelerle seyre açık olmalıydı.

Mezar taşlarımız, “Kaybolan Medeniyetimiz”in münadileri olarak bizlere neler söylemeye çalışıyorlar? Bu açıdan kaybolmakta olan değerlerimizi korumak için neler yapmalıyız?

Tarihi mezarlıklarımıza girdiğinizde sanki mezar taşları değil de o devrin yaşayan insanları karşılar sizi. Kethüda kavuğu, ulema sarığı, filan tarikat şeyhi, şeyhülislam, meslek ve meşrebe göre her bir mezar sahibi adeta giyinmiş kuşanmış geziyorlar. Bu, dünya tarihinde benzeri olmayan bir medeniyet… Tarihî mezarlıklarımıza girdiğiniz zaman adeta o yüzyılın insanlarını “Selamün aleyküm” diyerek selamlıyorsunuz. Bir paşa camisi haziresinde ölülerin başına alamet olsun diye dikilen taşlar bu kadar sanat değeri taşıyorsa Türk-İslam coğrafyası gibi geniş bir coğrafyada nasıl bir hazinenin sahibi olduğumuzu acaba hayal edebilir miyiz? Korkunç bir gaflet içindeyiz. Mağazasında, neyi var neyi yok bilmeyen gafil tüccarlar gibiyiz. Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “hazine üzerinde oturup fakirlikten canı çıkan adam” durumundayız. Muazzam kültürümüzden bihaber yaşıyoruz. Bunu vurgulamak istiyorum. İstanbul’daki bütün camilerin hazirelerinde büyük devlet adamlarının, şairlerin, sanatkarların, ulemanın mezar taşlan var. Lütfen yetkililer bu taşları gidip görsünler. Buraların kedi, köpek yuvası olduğunu, hatta insanların büyük, küçük abdestlerini yaptıklarını görsünler ve utansınlar.

Sizin bayramlarda öğrencilerinizle tarihi mekanlarda hatta mezarlıklarda bayramlaştığınızı biliyoruz. Bunun bir anlamı olmalı?

Geçen yıl kurban bayramında öğrencilerimiz nerede bayramlaşacağız diye sordular. Karacaahmet’te Hattatlar Sofası’nda dedim. Hattatlar Sofası’nı ziyarete gittik. Hatimler okundu. Hocalarımızı analım diye buluştuk. Necmeddin Hocamızın kabrini ziyarete gittiğimizde ise kabrinin çöktüğünü ve bakımsız bir halde olduğunu gördük. Kabri yeniden yaptırmak üzere hocamıza layık, ona yakışır bir kabir olsun diye hocamızın torunuyla irtibata geçtik. Torunu niçin böyle bir şey yapmaya çalıştığımızı sordu. “Bugün eğer hat sanatından bahsediliyorsa, bu sanatlar bu gün yaşıyorsa onların sayesindedir. Biz sadece bir vefa borcu olarak bunu yapmak istiyoruz. Onlar olmasa ne biz olacaktık, ne de hat sanatı olacaktı” dedik. Ancak inandırıcı olamadık ve ne yazık ki ısrarlarımıza rağmen bir neticeye varamadık. Hocalarımızı rahmetle anıyoruz. İyi bir haber olarak şimdiden söyleyeyim, Mezarlıklar Müdürümüz Adem Bey, Hattatlar Sofası’nı, muhdes, yani yeni yapılmış mezarların sahiplerini tek tek arayıp bularak ve onları ikna etmeye çalışarak eski haline getirmeye çalışacağını söyledi.

Necmeddin ve Süheyl Hocalar

Bu yıl Necmeddin Okyay’ın vefatının 30. yılı… İnşallah, bu vesileyle kabri elden geçirilir.

Rahmetli Süheyl Ünver Hoca’nın da 20. vefat yıldönümü… Bu iki hocamızla ortak bir hatıram var, isterseniz onu anlatayım: Necmeddin Hoca’nın jübilesi yapılacaktı. Üsküdar kaymakamı, Üsküdarlı ve hezarfen bir sanatkar olarak hocamıza berat verecekti. Toplantı çok kalabalıktı. Necmeddin Hoca da oradaydı. Önce Uğur (Derman) Bey, slaytlarla hocanın hayatını anlattı. Daha sonra Niyazi Sayın hocamız bir ney taksimi yaptı. Sonra Süheyl Hoca’yı kürsüye davet ettiler. Ben hocamızın adını duyuyordum, ama kendilerini ilk defa görecektim. Nazik, narin ve zarif bir insan… Necmeddin Hoca’yı Uğur Bey ve birkaç konuşmacı methetmişti. Meziyetlerini hünerlerini anlatmışlardı. Süheyl Hoca kürsüye çıktı, bir müddet etrafına bakıp sessizce durdu. Sonra konuşmaya başladı: “Herkes hocamızın marifetlerini, fenlerini, meziyetlerini anlattı ben de bir ayıbını söyleyeceğim” dedi. Bu söz herkeste soğuk duş tesiri yaptı. Buz gibi bir hava esti. Üstelik Necmeddin Okyay, Medresetü’l-hattatin’den (Hattatlar Mektebi) Süheyl Bey’in ebru hocasıdır. Aralarında hoca talebe ilişkisi var. Süheyl Hoca Necmeddin Hoca’ya dönerek: “Hiçbir ayıbı olmama ayıbı ona yeter” dedi. Hikmetli bir espri yaptı. Ne insanlardı. Şimdi böyle konuşacak kimse var mı, bilmiyorum. Süheyl Hoca konuşurken huzurunda not almayanlar varsa onlara kızardı. Muhakkak not almak gerekirdi. Onu ilk defa tanıyanlar sadece dinler, söylediklerini kaydetmezlerdi. Huyunu bilmiyorlar tabi.

Hocamız “Efendim bu şifahilik hastalığı var ya…” diye başlardı. “Ne geldiyse başımıza bundan geldi. Duyarız, yazmayız. Görürüz, not almayız” derdi. Tabii sözün muhatabı kimse mahcup olur, hemen bir kalem kağıt bulup yazmaya koyulurdu.

Bu defa da “Riyakarlık da yapmamamız lazım, alacağımız notları kendimiz için alalım” diyerek iyice benzetirdi. Sonra aslında tahkir etmek veya kırmak gibi bir niyeti olmadığını ifade için de döner: “Bir şeyler öğrenmek, öğretmek için, gerekirse birbirimizi kıracağız da” der, o kişinin gönlünü alır ve asla unutmayacağı bir ders verildi.

Geçen ay da Necmeddin Hoca’nın talebelerinden ta’lik üstadı Ali Alparslan Hoca’yı kaybettik. Bu vesileyle isterseniz onu da rahmetle analım.

Ali Alparslan Hoca’nın hayatı Türk sanatı ve edebiyatı açısından bana göre çok verimli geçmiştir. Hoca olmasaydı divani ve celi divanîyi Halim Hoca’dan günümüze aktaran kimse olmayacaktı. Ta’lik yazıyı da devam ettiren o oldu. Hat sanatının tarihiyle ilgili yayınlarıyla büyük bir boşluğu doldurdu. Bu sanatlara büyük hizmetleri oldu. Allah hocalarımızın hepsine gani gani rahmet evlesin. Bu hocalarımız olmasaydı bizim muazzam bir kültürle irtibatımız ancak söz irtibatından ibaret kalacaktı. Oysa ki kültür yaşayan bir şeydir, kitaptan öğrenilmez. Onlar olmasa -mışlı, -mişli konuşacaktık. Şimdi ise -di’li geçmiş zaman kipiyle konuşabiliyoruz. Bizlere düşen de bu geleneği bizden sonraki nesle aynı durulukta ve safiyette aktarmaktır.

Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

Kaynak: Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 389, Mart 2006.

 

Paylaşabilirsiniz...