KIRK HADİS

KIRK HADİS

ZEKİ SOYAK

 

TAKDİM

“O hevasından konuşmaz.O (nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”

(Necm Sûresi/ 3-4)

Allah Teâlâ, ahir zaman nebisi Hz. Muhammed (sav)’i, en mükemmel sûret ve sîrette yaratmış ve onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. O’nu tanımak ve sevmek, sünnetine ittiba edip ahlâkı ile ahlâklanmak her müslüman için bir vecibedir. O insanların en doğru  sözlüsü, en yumuşak huylusu, en cömert ve mütevâzı olanı idi. Ve onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. O şahsı için hiç kin tutmaz. Bir şeye kızarsa, o şey Şeriat’a aykırı olduğu için kızar, bir şeyi beğenirse, o şey Şeriat’e uygun olduğu için beğenirdi. Kimsenin gönlünü kırmaz, hiç kimseyi hor görmez, kimse ile çekişmez, bağırıp çağırmaz, kimseye kötü söz söylemez ve hiç kimsenin ayıp ve kusurlarını araştırmazdı. Fakirlere, kölelere, yetim, dul ve kimsesizlere her hususta yardımcı olur, onları görüp gözetirdi. Komşularına iyilik yapar, akraba hak ve hukukuna riayet ederdi. Hülâsa o, en üstün bir ahlâk üzere yaratılmış ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere ba’s olunmuştur. Onun pâk ve nezih hayatı yaşanılan Kur’an’dı. Onun fiil, kavl ve takrirleri ise, Kur’an’ın en berrak ve en sağlam tefsiridir. Onun yaşantısını ve sünnetini tanımadan, Kur’an’ı gerçek manâda tanımak mümkün değildir. Onun yaşantısı ve sünnetini tanımak hususunda ashabın büyük hizmetleri olmuştur. Çünkü onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in fem’i saadetlerinden sâdır olan sözleri, fiil ve takrirleri en ince teferruatına kadar zabtedip rivayet etmişlerdir.

Daha sonra Halife Ömer ibni Abdulaziz’in emri ile hadislerin toplatılıp yazılmasına başlanılmış, böylece Kur’an-ı Kerim’den sonra, İslâm’ın ikinci kaynağı olan hadis-i şerifler kitaplara dercedilmiştir. Ulemânın bu hususta gösterdiği şevk, gayret ve fedâkârlık dillere destan olmuştur. Kütüb-ü Sitte olarak bilinen, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî ve İbn-i Mace ile İmam Malik’in el-Muvatta, İmam Ahmet bin Hanbel’in el-Müsned adlı hadis mecmuaları en meşhur hadis kitaplarıdır. Bunlar içinde, Kur’an’dan sonra en sahih kitabın Sahih-i Buharî ile Müslim olduğunda ulemânın ittifakı vardır.

Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, sünnetin ihyası ve hadislerin hıfz ve rivayeti hususunda ümmetini teşvik etmiş ve onları şefaat, cennet ve şehidlik sevabı ile müjdelemiştir.

“Benden bir şey işitip, onu işittiği şekilde tebliğ eden kişiye Allah iyilikler ihsan etsin. Nice tebliğ olunan kişiler var ki onu ilk işitenden daha iyi hıfzedip daha iyi anlar.” (Tirmizi)

“Her kim kırk hadisi şerifi hıfz eder ve ümmetime nakle-derse kıyamet günü ben ona şefaatçı ve şahid olurum.” (İmam Nevevi)

“Her kim kırk hadisi hıfz eder ve ümmetime naklederse ona “cennete dilediğin kapıdan gir” denilir.”(İmam Nevevi)

“Her kim kırk hadisi hıfz eder ve ümmetime naklederse âlimler zümresinde yazılır ve şehidler zümresinde haşro-lunur.” (İmam Nevevi)

Hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı gibi kırk hadis-i şerif’i ezberleyip mucibince amel etmek ve diğer müslümanlara nakletmek büyük bir fazilete, tebşir-i Muhammediye’ye mazhariyettir.

O bakımdan her müslüman bu hadis-i şerifleri ezberleyip din kardeşlerine nakletmeli ve bu hususta elinden gelen gayreti göstermelidir.

 

Önemli Bir Hatırlatma

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmak ve ictihad etmek müctehid ulemâya mahsus bir iştir. Diğer müslümanların yapması gereken de, ahlâk, fazilet, nasihat ve hayırlı iş ve hizmetlere teşvik ile ilgili hadisleri öğrenip mucibince amel etmek ve müctehid imamlara tâbi olmaktır. Ahkam ile ilgili hadisi şerifleri ise, okuyup öğrenmekle beraber, onlardan kendimize göre hükümler çıkarmak gibi tehlikeli bir işe asla tevessül etmemeli-yiz. Maalesef zamanımızda bazı kişiler, hiç de ehil  olmadıkları hâlde, ayet ve hadislerin meallerine bakarak hüküm vermek, ictihad etmek gibi çok yanlış bir iş yapmakta, hem kendilerini hem de etrafındakileri tehlikeye atmaktadırlar.

Müslümanlar olarak, ehl-i sünnet ve’l cemaat imamlarının gösterdikleri NEBEVİ YOLDAN asla tâviz vermeden sünnet-i seniyyeye uygun bir yaşantı için bütün imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

Allah Teâlâ bizleri ilim, amel-i sâlih, tebliğ ve cihadla müzeyyen, ihlâs ile müheyya eylesin. Kur’an ve sünneti anlama, idrak ve şuuruna erdirsin. Amin.

İlk baskısı 1990, ikinci baskısı 1993, üçüncü baskısı 1995 yılında yapılan bu kitabın  2000 yılında da bazı düzeltmeler, küçük çapta ilaveler ve yeni bir dizayn ile dördüncü baskısı yapılmıştır.

Tevfik ve muvaffakiyet Allah Teâlâ’dandır.

 

 13 Şevval 1420

20 Ocak 2000

Zeki SOYAK

FİRASET

1- Ebu Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:

          – Mü’minin ferâsetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın nûru ile bakar. Sonra “İşte bunda düşünen ferâsetli kişiler için ibretler vardır” ayetini okudu.

İZAHI:Ferâset: Anlamak ve bilmek manalarına gelir. Ferâset, kâlb gözüyle görülen eşyanın hakikatini, aklın idrak etmesidir. İlm-i hikmet, ince anlayış, derin tefekkür, basîret, yaratılıştaki idrak ve kabiliyet, sezgi ve tecrübe ilk bakışta muhatabı tanımaya vesile olur.

Enes bin Malik’ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Allah azze ve celle’nin öyle kulları vardır ki insanları ferâsetleri ile tanırlar” (Kurtubi)  buyurmuştur.

İman ve hikmet ile nurlanan, âmâli sâliha ile tahkim edilen, niyyet-i hâlisa ve takva ile sıdk makamına ulaşıp, nefsin tasallutundan kurtulan, ruh, kâlb ve akıl, kişinin fikir ve görüşünü netleştirir, düşüncesini berraklaştırır ve meseleye vukûfiyetini ve doğru teşhisini gerçekleştirir. Kâlb ilahî ilhamlara teşne olur. Ruh bedenin kesafetinden kurtulur. Akıl doğru düşünme melekesini kazanır. Böylece kâlb, dünyanın yaramaz ve faydasız işlerinden, masiyetin kir ve bulanıklığından ve her türlü havatırdan te-mizlenip tecelliyat-ı ilâhiyeye mazhar olur. Akıl, hayır ile şerri, iyi ile kötüyü tefrikin de ötesinde iki hayır birleştiği zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu farkedecek dereceye yükselir.

Cafer-i Sadık, Numan bin Sabit (İmam-ı Azam) yanında talebe iken O’na:

-Akıl nedir? diye sormuş, O da;

-Hayır ile şerri ayırt eden melekedir, demiş. Cafer-i Sadık;

-O’nu atlar bile temyiz eder. Sahibi, atın yanına gelirken kendisine ot mu getiriyor, yoksa kırbaç mı vuracak bilir.

Numan bu cevap karşısında şaşırır. Bunun üzerine Cafer-i Sadık:

-Akıl, iki mühim hayır zuhur ettiği zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu temyiz eden melekedir, buyurur.

Hz.Ömer radıyallahu anh: “Sual soran adamın, sualinden onun seviye-i akliyesini anlarım” demiştir.

Bir kişi Abdullah ibni Abbas’a, “Aklın başı nedir?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Kendisine zulmedeni affetmek, kendisinden altta olanlara tevazu göstermek, önce düşünüp sonra konuşmaktır.”

Mevlâna, Mesnevi’de “Çok zeki ve ferâsetli olan zehiri görür görmez tanır. Diğeri ise dudağına ve dişine dokundurunca anlar” demektedir.

Bir topluluk çarşıdan geçiyordu. İçlerinden biri bir kadına baktı. Sonra Hz. Osman radıyallahu anh’ın huzuruna çıktılar. Hz. Osman radıyallahu anh:

“Sizden biri gözünde zina eseri olarak huzuruma girdi” de-yince O zat:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden sonra vahiy mi?” dedi. Hz.Osman radıyallahu anh:

“Hayır. Fakat bürhan, ferâset ve sıdk vardır” diye cevap verdi.

Abdullah ibn-i Abbas radıyallahu anh:“Herhangi bir kişi bana sual sorunca, fakih mi veya fakih değil mi bilirim” derdi. Bunlar üstün ferâset örnekleridir.

Ferâsetin zıddı bönlük ve anlayışsızlıktır. Kişi kendi nefsi ile başbaşa kalır, ilahî emir ve nehiyler karşısında duyarsız, hikmet ve şeriat ilimlerinden behresiz olursa, onun ferâset ve basîreti körlenir, insanları gerçek çehresi ile tanıyamaz, hâdiselere doğru teşhis koyamaz. Dost ve düşmanı ayırt edemez. İyilik edeyim derken kötülük eder, faydalı olayım derken zararlı olur.

Bönlük ve anlayışsızlıktan kurtulmanın ilacı, ilim ve hikmet tahsil edip gereğince amel etmektir. «Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.» (Bakara: 269)

İmam-ı Azam, talebesi Ebu Yusuf’a: «Sen anlayışsız bön bir kimse idin. Fakat tahsile devamın seni bu durumdan kurtardı» demiştir.

Günümüz müslümanlarının büyük bir çoğunluğu tağutî düzenlerin şirk, küfür ve masiyet pisliğinde kirlenmiş, basiretleri körlenmiş, idrak ve ferâsetleri kararmış, dolayısıyla dosta düşman, düşmana dost, hakka ve hayra mâni, batıl ve şerre yardımcı ve daha acısı işledikleri bu masiyetlerinden habersiz bulunmaktadırlar.

Müslümanların bu durumdan kurtulması için, İmam-ı Azam hazretlerinin işaret buyurduğu gibi, şeriat ve hikmet ilimlerini tahsil etmek. «Dar’ul Erkam eğitimleri» ile müslümanların kâlb ve kafalarının aydınlanmasını sağlamak ve bunun için bütün imkânları seferber etmek lazımdır.

Hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin okuduğu ayet Hicr Sûresi’nin yetmişbeşinci ayetidir. Ayette geçen «mütevessimin»i, İbn-i Abbas; «nâzirîn», Mukatil; «mütefekkirîn», Mücahid ise «müteferrisîn» şeklinde tefsir etmişlerdir.

 

DUA

2- Ebu Hureyre radıyallahu anhden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

– Kim Allah subhanehuya dua etmez ise,  Allah o kimseye gazab eder.

İZAHI: Dua, kulun Allah Teâlâ’ya tazarruu, yakarışı acz ve ihtiyacını arz, lütuf ve yardımını niyaz edişidir. Allah Teâlâ’ya dua etmemek, bir çeşit kibir ve ona muhtaç olmamak tavrı, istiğna belirtisidir. Bu hâl ise kul için asla caiz değildir. Allah Teâlâ kulun duasından, istiğfar ve tevbesinden hoşlanır. Dua etmeyene ise gadab eder. Kulların pek çoğu ise kendisinden bir şey istendiğinde hoşuna gitmez ve hatta öfkelenir.

Dua bir ibadettir. Onun için duayı terk etmek, dua ile yapılan ibadeti terk etmektir. Numan bin Beşir radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Şüphesiz dua ibadettir» buyurdu. Sonra: «Ve Rabb’ınız buyurdu ki; siz bana dua ediniz ki ben de size icabet edeyim. Bana dua etmeye tenezzül etmeyenler, şüphesiz alçalmış olarak cehenneme  gireceklerdir.» (Mü’min: 60) ayetini okudu. (Ebu Davud)

Dua, Allah Teâlâ’ya yakınlıktır. Aziz ve celil olan Rabb’ın huzurunda kulluğun doruk noktada idrak edilişidir. Kul, kalbinden bütün masivayı atarak, Rabb’ına yönelir, onu görürcesine tazarru ve niyazda bulunur. Bütün varlıklardan yüz çevirip O’nun ehadiyet nurunda müstağrak olur, verenin de, alanın da O olduğu idraki içinde ihlas ve samimiyetle dua eder ve duası kabul olsa da, olmasa da «Ya ilahî! Sen Rabb’ımsın, Sen’in dergâh-ı izzetinden başka müracaat kapım yok» diyerek duasına devam eder ve ısrar ederse bu hâl bir kurbiyyet, manevî bir yükseliş ve duanın kabulüne biiznillah vesîle olur. Zaten ibadetlerden maksat da Allah Teâlâ’ya vasıl olup, O’nun rızasını kazanmaktır.

«(Habibim) Kullarım sana beni sorunca (haber ver ki) muhakkak ben yakınım. Dua edenin, dua ettiği zaman duasına icabet ederim. O hâlde onlar da benim davetime icabet ve bana imanda devam etsinler. Ta ki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar.» (Bakara: 186)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Benim ümmetime peygamberlerden başka hiç kimseye ve-rilmeyen üç şey verilmiştir:

Allah bir peygamber ba’s edince “Dua et kabul edeyim” der. Bu ümmete ise, “Dua ediniz icabet edeyim” (Mü’min: 60)  buyuruyor.

Allah bir peygamber gönderince “Din hususunda hiçbir zorluk yüklemedi” der.  Bu ümmete ise “Allah din hususunda sizin üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi” (Hac:78) buyurmaktadır.

“Allah bir peygamber gönderdiği zaman, o peygamberi ümmeti üzerine şahit kılmıştır. Bu ümmeti ise insanlar üzerine şahit kılmıştır.” (Kurtubi)

Halid Rebi’: Bu ümmete gıbta edilir ki Allah Teâlâ: “Bana dua edin, size icabet edeyim” (Mü’min:60) buyurarak hem dua ile emrediyor ve hem de dualarına icabet edeceğini va’dediyor. Dua ile icabet arasında da bir şart yok demektedir.

Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Bir müslüman, içinde günah ve akraba ile alakayı kesmek isteği olmayan bir dua ettiğinde Allah Teâlâ O’na üç şeyden birini ihsan eder. Ya hemen duasına icabet eder, ya onu ahirete bırakır ecrini bol bol verir, yahut duasının mislince günahına keffaret olur.”

Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve  sellem’in: “Zikirlerden ve sözlü ibadetlerden hiçbir şey, Allah subhanehû katında duadan daha faziletli değildir.” (İbn-i Mace) buyurduğunu rivayet etmiştir.

Başka bir hadis-i şerifte: “Dua ibadetin iliğidir” (Tirmizi) buyurularak duanın efdal bir ibadet olduğuna işaret edilmiştir.

Hülâsa kul, her fırsatta Rabb’ına dua etmeli, hem dünya hem de ahirette âfiyet ve selâmet istemeli ve duayı adabına uygun bir şekilde yapmalıdır.

Duanın adabından bir kısmı şunlardır:

1-Abdestli bulunmak.

2-Vakit namazlarından sonra veya namaz vaktinin dışında ise iki rekat nâfile namaz kılıdıktan sonra dua etmek.

3-Kıbleye yönelip besmele, hamdele ve salvele ile başlamak.

4-Duanın başında, ortasında ve sonunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme salavât-ı şerife okumak.

5-Besmele, hamdele ve salveleden sonra günahları için tevbe ve istiğfar etmek.

6-Anne ve babaya dua etmek.

7-Yalnız kendisi için değil sâlihler, sadıklar ve bütün mü’minler için dua etmek.

8-Haram, günah ve muhâl olan şeyler için dua etmemek.

9-Duanın kabulü için acele etmemek.

10-Uyanık bir kâlble ihlas ve samimiyet içinde mütevazi bir hâlde dua etmek.

11-Helâl lokma yemek, helâl elbise giymek.

12-Dua bitince “Amin” demek.

Ehl-i hikmetten bir zâta, “Dua ediyoruz, fakat kabul olmuyor. Halbuki Allah Teâlâ: ‘Bana dua ediniz icabet edeyim’ buyuruyor” dediler. O zât şöyle cevap verdi: “Şu yedi huy duanın kabul olmasına manidir:

1- Rabbınızı darıltıyor, O’nun rızasını kazanmıyorsunuz. Yani bir takım kötülükler yapıyor, fakat pişman olmuyor, tevbe ve istiğfar etmiyorsunuz.

2- Biz Allah’ın kullarıyız, diyorsunuz, lakin kulun yapması gerekenleri yapmıyorsunuz.

3- Kur’an okuyorsunuz, onunla amel etmiyorsunuz.

4- Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin ümmeti olduğunuzu söylüyorsunuz, O’nun sünneti ile amel etmiyorsunuz.

5- Dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur, diyorsunuz, ama ona bütün gücünüzle sarılıyorsunuz.

6- Dünyanın geçici olduğunu söylüyorsunuz, fakat orada devamlı kalacakmış gibi davranıyorsunuz.

7- Ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu söylüyorsunuz, fakat dünyayı ahirete tercih ediyorsunuz.

 

Bir sahabi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme üçgün üst üste en üstün ve en faziletli duanın hangisi olduğunu sormuş. Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de: «Kulun, ‘Allahım senden dünya ve ahirette âfiyet dilerim’ duasından daha faziletli hiçbir dua yoktur.» buyurmuştur.

Ya Rabbi! Bizlere dünyada da, ahirette de âfiyet ihsan eyle. Amin.

 

SEVABI KESİLMEYEN ÜÇ AMEL

3-Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– İnsan öldüğü zaman üç şey hariç ameli kesilir: Sadaka-yı cariye, kendisinden faydalanılan ilim, kendisini hayırla yâd ettiren sâlih evlat.

İZAH: İnsanın ölümü ile bütün ameller sona erer. Ve artık kendisine sevap da yazılmaz. Ancak hadis-i şerifte zikredilen üç amel müstesna. Bu üç şey devam ettiği müddetçe, bu amellerin sahibi olan ölüye sevab yazılmaya devam edilir.

Sadaka-ı cariyeden maksat; câmi, medrese, kervansaray, bağ, bahçe, tarla, çeşme gibi umumun menfaatine hâdim vakıflar tesis etmektir. Vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkıp, Allah için vakfedildiğinden, satılması, bağışlanması ve miras olarak alınması caiz değildir. Müslümanlar asr-ı saadetten zamanımıza kadar çeşitli  sahalarda pek çok vakıflar yapmış ve bu vakıflar sayesinde nice hayırlı hizmetler ifa edilmiştir. Göçmen kuşlardan hasta ve yaralı olup da, mevsimi gelince göç edemeyenlerin bakım ve tedavisi için bile vakıflar tesis edildiği düşünülünce, ecdadımızın vakıf mevzuundaki hassasiyeti ve vakıf işlerine verdiği önem anlaşılmış olur.

Kendisinden faydalanılan ilim, okutulan, yazılan, insanlığın faydasına arzedilen ilimlerdir. Neşredilmeyen, başkalarına nakledilmeyen ilim hapsedilmiş ve dolayısıyla insanların yararlanması engellenmiş olur. Bu sebeble Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Her kim bir ilmi tahsil eder de sonra onu gizlerse, Allah  o kimseyi kıyamet gününde ateşten bir gemle gemler” buyurmaktadır.

İlim, ya talebe yetiştirerek veya kitap yazarak veya diğer iletişim vasıtaları ile neşredilir. İlim adamının ilim adına bıraktığı miras, yetiştirdiği talebeler ve yazdığı kitaplardır. Yazılan kitap gerçekleri dile getirir ve insanın dünya ve ukbasına faydalı bilgileri içerir, talebe de  aynı şekilde doğruları konuşur, hakka davet eder ve insanlığın dünya ve ukba saadeti için çalışırsa, kitabı yazan, talebeyi okutan ehl-i ilime öldükten sonra da sevap yazılır. Kitap zararlı olur, talebe de kötülük ve zulme öncü olarak yetişti-rilirse, bu takdirde o kitabı yazan ve o talebeyi yetiştirene ancak günah ve azab vardır. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

“Bir kimse doğru bir yola davet ederse ona tâbi olanların ecirleri kadar kendisi için ecir olur. Tâbi olanların ecirlerinden de bir şey eksilmez. Her kim bir dalalete davet ederse ona tâbi olanların günahları kadar kendine günah olur, tâbi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez“ buyurmaktadır. (Müslim)

İslâm dininde ilmin, âlimin, ilim öğrenip ve öğretmenin değer ve kıymeti çok yüksektir.

“… De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç müsavi olurlar mı? İbret alanlar ancak akıl sahibleridir.” (Zümer: 9)

“Kullarından ancak âlim olanlar Allah’tan korkarlar. Şüphesiz Allah azizdir, gafurdur.” (Fatır: 28)

“Allah Teâlâ kime hayır murad ederse, O’nu dinde fakih kılar ve O’nu doğru yoluna ilham eder.” (Buharî)

«Âlimler peygamberlerin varisleridir.» (Buharî)

«Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı tabakada olan birine üstünlüğüm gibidir.» (Buharî)

«Gidip ilimden bir mesele öğrenmen, yüz rekat (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.» (İbn-i Mace)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Allah’ın rahmeti ha-lifelerimin üzerine olsun» buyurunca, “Halifelerin kimdir?” denildi. «Sünnetimi ihya edenler ve onları Allah’ın kullarına öğretenlerdir» buyurdu. (İbn-i Abdülberr)

«İlim tahsil etmek her müslüman üzerine farzdır.» (Buharî)

Hz.Ali kerremallahu vechehu: «Cennet, ilim tâlibi olan kimseyi arzular. Cehennem de isyan peşinde koşanları ister» demiştir.

Sâlih Evlat:  Sâlih ameller işleyen, İslâm’ın ve insanlığın yararına işler yapan ve bu sebeble anne ve babasını hayırla yad ettiren evlad demektir. Amel–i sâlih, esasen iyi olan bir işi, Allah ve Rasûlü’nün istediği bir şekilde yapmak demektir. Meselâ, Allah yolunda cihad etmek çok iyi bir ameldir. Ancak cihad Allah rızası için değil de, şöhret, makam, mal ve mansıb için yapılırsa amel-i sâlih olmaktan çıkar.

Anne ve babalar evladlarına evveliyetle İslâmî bir isim koymak, ona en azından farz olan ilimleri öğretmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahlâkı ile ahlâklanmaları için çalışmak, hayırlara teşvik edip şerlerden sakındırmak, zamanı gelince  iyi bir müslümanla, İslâm’a uygun bir düğün yaparak evlendirmek; hülâsa onu iyi bir kul, iyi bir müslüman olarak yetiştirmekle mükelleftir.

Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şöyle der: “Bir kimse çocuğuna Kur’an’dan bir parça öğretse ona cennet hullelerinden üç hulle giydirilir. Onların her biri dünya ve içindekilerden hayırlıdır Sonra her harf için ona bir derece ihsan edilir.”

Zamanımızda masiyetin her çeşidi açıktan yapılıyor. Şer güçleri, radyo, tv., internet video, basın-yayın, sinema gibi vasıtalarla, çocuklarımızın iman ve ahlâkını tahribe yönelik her türlü imkanı kullanıyorlar.  Devlet ise  bu tahribatı önlemek şöyle dursun, içki vb. reklamları kendi eliyle yapıyor. Müslümanların yapması gereken ise, bütün imkanları seferber ederek, yavrularımızın İslâmî bir vasat içinde yetişmelerini sağlamaya çalışmaktır. Onları emin ellere teslim edip, ilim adamları ve iyi, güvenilir, ahlâklı, imanlı gençlerle beraber olmalarını sağlamaktır. Her aile çocuklarını İslâmî hizmetlere ve İslâmî ve diğer faideli ilimleri öğrenip, insanlığın kurtuluşu için çalışmaya hazırlamalı ve onun için bütün imkanlarını ortaya koymalıdır. Bu hizmetler için zengin olan müslümanlar, fakir olanlara yardımcı olmalıdırlar.

Böyle evlat yetiştiren anne ve babanın amel defteri kapanmaz, öldükten sonra da onlara sevaplar yazılır.

Hadis-i şerif, vakfın, ilmin ve faydalı evlad yetiştirmenin faziletine delildir.

 

AKILLI ADAM

4- Ebu Ya’lâ, Şeddâd bin Evs radıyallahu anhden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

– Akıllı adam, nefsini hesaba çeker ve ölümden sonraki hayat için iyi amel işler. Aciz adam nefsini hevasına uydurur, sonra Allah’dan (mağfiret) temenni eder. (İbn-i Mace)

İZAHI: Allah Teâlâ’nın insanoğluna ihsan ettiği nimetlerden biri de akıldır. Kişinin mükellef oluşu aklından dolayıdır. Aklı olmayanın mükellefiyeti de yoktur. Müslüman akıllı insandır ve aklını İslâm’ın emrine verir. Allah Teâlâ akl-ı selim sahiblerini övmüştür ve onların vasıflarını bildirmiştir.

«Rabb’ından sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sahibleri anlar. Onlar Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablarından sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir. Yine onlar Rablarının rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar var ya, dünya yurdunun sonucu (cennet) sadece onlarındır.» (Rad: 19-23)

«Ey Muhammed! Sana bu mübarek kitabı, ayetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik.» (Sa’d: 29)

«Dinleyip de sözün en güzeline (Kur’an’a) uyanlar, işte Allah’ın hidayet edip, doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akl-ı selim sahipleridir.» (Zümer: 18)

Hz.Ebubekir radıyallahu anh: «Akıllıların en akıllısı takva sahipleri, ahmakların en ahmağı da fâcir olanlardır» der.

Ahnef bin Kays’a «Kula verilen şeyin hayırlısı nedir?» diye sormuşlar, O da; «Normal bir akıldır» demiş. «Eğer o olmazsa» denilince «İyi bir edebtir» diye cevap vermiştir.

Ehl-i hikmetten bir zâta, “Akıllı kimdir?” diye sordular. O: “Açıkta yapınca utanacağı bir şeyi gizlide de yapmayan kişidir.” dedi.

Bir diğeri de: «Aklı olgunlaştırmak, Allah’ın rızasına uymakla ve gadap ettiği şeyden sakınmakla olur» demiştir.

Müslüman akıllı insandır. Fakat akılcı değildir. Çünkü akılcılık felsefî sapık bir ekoldür. Onlar akıl ile her şeyi halledeceklerini zannederler. Akıl dinin hükümlerini anlamakta, dünya işlerini dine uygun bir şekilde tanzim etmekte, Allah’a kulluk vazifesini ifa etmekte iyi bir vasıtadır. Ve bu hâliyle de büyük bir nimettir. Aklını putlaştıran nice insan vardır ki, şirk ve küfür karanlığında yok olup gitmişlerdir. Kâinattaki bir çok şeyin esrarına vakıf olup, keşifler yaptıkları hâlde kâinatın yaratıcısını inkâr etmişlerdir. Aya ayak basan bir Rus astronot haşa; “Allah burada da yok» diyebilmiştir.

Hükemâdan bir zat: «Aklına güvenip sarılan sapıtır» demiştir. Nefis; iyice terbiye edilip, itaat altına alınana kadar tehlikelidir. İnsan için çok zararlı bir düşmandır. Çünkü o kötülüğü emredicidir. «Nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabb’ımın acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emredicidir. Rabb’ım çok bağışlayan, çok esirgeyendir.» (Yusuf: 53)

Nefis ihmal edilir, serkeşliğine mâni olunmaz, sınırsız arzuları gemlenmez ise, onun verdiği zararı hiçbir düşman veremez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Ya Rabbi! Gözümü açıp kapayıncaya kadar bile olsa beni nefsime bırakma» diye dua etmiştir.

Kudsî bir hadiste: «Nefsine adavet et. Çünkü nefis bana düşmanlık için dikilmiştir» buyurulmuştur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Tebük Seferi’nden dönüşünde «Küçük cihaddan büyük cihada döndük» buyurarak nefisle cihadın ehemmiyetine işaret etmiştir.

Nefsin, emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdıye, merdiyye ve kâmile olmak üzere yedi mertebesi vardır:

Emmâre: Kötülüğü emreder, isyânkârdır, inkârcıdır. Günah-ı kebâir işler.

Levvâme: Kısmen terbiye görmüştür. Günah irtikab edince pişmanlık duyar. Kötü fiillerin arzusu tamamen içinden çıkmamıştır.

Mutmainne: Kötü fiiller tamamen terkedilmiş ve günah işleme isteği de külliyen unutulmuş ve manevî terakkîler vücud iklimine hâkim olmuştur.

Râdiye: Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmiş, Allah’tan gelen, ister musibet isterse nimet sûretinde gelsin, ondan razı olmuştur.

Merdiyye: Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutmaya devam eder. Bu istikametten ayrılmaz ve bu hâli de Allah katında makbul olursa, Merdiyye’ye yükselir.

Kâmile: Vâris-i enbiya olan Allah dostlarının sıfatıdır.

«Ey mutmainneye kavuşmuş nefs! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabb’ına dön. Seçkin kullarımın arasına karış ve cennetime gir.» (Fecr: 27-30)

«Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan etmiştir.» (Şems: 9-10)

Heva-yı nefse uymak kişiyi Allah indinde de, insanlar yanında da zelil eder. Ehl-i hikmet «Şehvet hükümdarları köle yapar. Sabır ise köleyi hükümdar yapar. Yusuf Peygamber ile Züleyha kıssasına bakmıyor musun?» demişlerdir.

İbn-i Abbas radıyallahu anh: «Zühd üç harftir: (ZHD) “Z” ziyneti terketmek, “H” hevay-ı nefsin aşırı arzularını bırakmak. “D” dünyayı gönülden çıkarmaktır» demiştir.

Abdulhâlik Gocdevanî hazretlerine, «Nefsin istediklerine muhalefet edip istemediklerini yapmak» hususu  sorulmuş. Hazret: «Bunu tayinde insan çok defa yanılabilir. Allah’ın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakiki kulluk budur» diye cevap vermiştir. Allah Teâlâ: »Rasûl size neyi verirse alınız. Hangi şeyden nehyederse ondan sakınınız.» (Haşr: 7) buyurmaktadır. Nefsi tezkiye ve onunla cihadda en tesirli yol budur.

Müslüman sık sık nefsini hesaba çekmelidir. Böylece ebedî hayat için âmâli sâliha yolunu açmalı, günaha giden yolları kapamalıdır.

«İman edip amel-i sâlih işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdırlar. Onların Rab’ları indindeki mükâfatları altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Adn Cennetleri’dir. Allah kendilerinden razı, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. Bütün bunlar Rabb’ından korkanlar içindir.» (Beyyine: 7-8)

«Kimin tartılan amelleri ağır gelirse, işte o razı olacağı bir yaşayış içinde olur. Ameli hafif olana gelince; işte onun anası ağlamıştır.» (Karia: 6-9)

«Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz. Her nefis yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkunuz. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.» (Haşr: 18)

Bu ve benzeri ayetler  üzerinde bol bol tefekkür edip, ölmeden önce ahiret için ne hazırladık? Allah yolunda hangi hizmetleri yaptık? Allah için ne gibi fedakârlıklarda bulunduk diye nefsimizi yargılamalıyız. «Ölmeden önce ölünüz!» «Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi tartınız!» tavsiyelerinden hareket ederek, hergün sabah ve akşam nefsimizi hesaba çekmeliyiz.

Bu sorgulama; itikad, ibadet, muamelat, helâl ve haramlar, ilim, tebliğ, cihad, ahlâk ve muaşeret gibi konuları içermelidir.

Müslüman, nefsine mağlup olup, Allah’a isyan eden ve kötülüklere dalarak, insanî ve İslâmî faziletlerini kaybeden bununla beraber, Allah’tan mağfiret temennî eden, aciz ve zavallı bir insan durumuna düşmemelidir. Bir Allah dostu: «Cehennemlik işler yapıp da, cennete girmeyi ümit eden kişiye şaşılır» der. Allah’tan asla ümit kesilmez. Ancak müslümanın, ümidini kuvvetlendirecek ve affına vesile olacak âmâli sâliha işlemesi gerekir.

Ya Rabbi! Bizi nefsimizin şerrinden ve sûi amellerden muhafaza buyur. Amin.

 

MÜ’MİN İKİ KERE ALDANMAZ

5- Ebu  Hureyre radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

– Mü’min bir yılan deliğinden iki kere sokulmaz.

İZAHI: Mü’min, uyanık, basiretli, ferâsetli, akıllı ve zeki insandır. Hâdiseleri İslâm’ın şaşmaz ölçüleri içerisinde değerlendirir. His ve hevasına, indî mütâlaasına göre hareket etmez. Beşeriyet icabı yaptığı hatalardan hemen rücû eder, asla ısrar etmez. Bilgisizliği, nefsin şomluğu, şeytanın iğvası, kötü çevrenin etkisi veya müsamaha ve hoşgörüsünden dolayı gerek dünya ve gerekse ahiret işleri hususunda aldansa veya aldatılsa aynı mevzûda ikinci kez aldatılamaz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında hicivler söyleyen, onun aleyhinde şiirler inşad eden şair Ebu Gurre Bedir Savaşı’nda esir edilmişti. Muhtaç olduğundan ve fakirliğinden bahsederek fidye alınmadan serbest bırakılmasını istemiş bunun üzerine, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında hiciv söylememek ve aleyhinde bulunmamak şartıyla fidye alınmadan serbest bırakılmıştı. Fakat sözünde durmadı. Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin aleyhinde şiirler yazdı, hicivler söyledi. Aynı şair Uhud Savaşı’nda da esir alındı.Yine fakirliğinden, zaruret içinde olduğundan bahsederek serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Mümin bir yılan deliğinden iki kere sokulmaz” buyurdu ve Ebu Gurre’nin katledilmesini emretti. Ebu Gurre verdiği söze ihanetinin cezası olarak katledildi.

Hadis-i şerifte bir teşbih yapılmıştır. «Lediğ» yılan sokması demektir. Yılan deliğinde eli sokulan bir müslüman oraya ikinci defa elini sokmaz. Bilir ki o delikte yılan vardır. Buna rağmen elini sokarsa o kişinin basîretsizliğine ve ahmaklığına hamlonulur. Bu teşbihte olduğu gibi, gerek dünya ve gerekse ahiret işlerinde defaatle aldanan ve aldatılan bir müslüman da yılan deliğine ikinci kez elini sokan kişinin durumuna düşmüş olur.

Zamanımızda ulaşım ve iletişim vasıtaları oldukça ilerlemiş ve yaygınlaşmış, mesafeler kısalmış, dünya küçülmüştür. Çevremizde ve dünyada meydana gelen hâdiselerden anında ha-berdar olabiliyoruz. Bu hâdiseler karşısında müslümanca tavır almak ve aldanmamak için uyanık olmalıyız. Çünkü dünyanın büyük haber merkezleri tamamen Yahudi ve Hristiyanların kontrolünde ve güdümündedir. Dolayısıyla bu haber merkezlerinin haber ve  yorumları ile hâdiselere doğru teşhis koymamız mümkün değildir. Müslümanlar kendi haber merkezlerini ve haberalma teşkilatlarını en iyi bir şekilde kurmalıdırlar. Çünkü aldatıcı, yanıltıcı yoğun bir propaganda ile karşı karşıyayız. Bu propagandalar karşısında kendimizi koruyabilmemiz için, sağlam ölçülere, zihin dinamizmine ve doğru haber alma merkezlerine sahip olmamız gerekir. Aksi takdirde her zaman aldanır ve aldatılabiliriz.

Tağutî düzenlerin dört elle sarıldığı ve her fırsatta aşk ilan ettiği demokrasi propagandası ve aldatmacası yanında Türkiye’de yaşanılan başörtüsü zulmünü, Bosna Hersek, Kosova, Çeçenistan, Cezayir olaylarını hatırlayalım. Demokrasi nerede? İnsan hakları nerede? Timsah avını yerken gözyaşları akıtırmış. Bugünün tağutları da, özellikle müslüman milletleri, demokrasi ve insan hakları sofrasında sömürüp zulümlerini sürdürüyorlar.

Türkiye’de 1946 yılından beri seçimler yapılır. Partiler, broşür dağıtır, afiş asar, mitingler tertip eder, konvoylar düzenlerler. Milyarlar harcanır. Akılalmaz vaadlerde bulunurlar. Hiçbir zaman yapmadıkları ve yapamıyacakları işleri, yapmış göstermek için görülmemiş canbazlıklar yaparlar. Milletin saf duygularını istismar ederler. Kendi sulta ve menfaatlerinin devamı mühimdir. Millet zarar görmüş, birçok insan şu veya bu şekilde perişan olmuş onlar için o kadar önemli değildir. Dine, ahlâka, dince kutsal sayılan değerlere hayasızca hücumlar yapılır, hakaretler yağdırılır. Birkaç beyanattan öte ne köklü bir önlem alınır ve ne de suçlular cezalanır. Bu seçimler yıllardır yapılır ve partiler eski vaadlerine yenilerini de ekleyerek  karşımıza çıkarlar. Müslüman maalesef yine aldanır, yine aldatılır.

Türkiye ve dünyada çalışan çeşitli İslâmî grublar vardır. Maalesef bu grupların pek çoğu, mensuplarını tutabilmek için, onları taassubun ve ifratın kör karanlığında mahkum ederler. İslâm’ın ölçülerini arı, duru, net olarak anlatmazlar da, kendi anlayışlarına göre tevil ederler. Bilerek veya bilmeyerek aldanır ve aldatırlar. Bazı insanlar vardır ki, intihar tutkusuna kapılırlar. Artık intihar onlar için bir aşktır. Grup  ve parti  taassubuna kapılan insanlar da böyledir. Kendi nefislerini oyalama ve aldatma  onlar için bir tutku  hâline  gelmiştir. Apaçık hatalar, hatta imana zarar veren durumlar bile onları uyarmaz. Teviller yaparlar ve kendilerini aldatmak için bahaneler ararlar. Çaresiz kalırlarsa «Bizim bilmediğimiz bazı sebebler vardır» deyip yine de aldanmanın yolunu bulurlar. Bazen bunun aksi de vârid olur. Yapılan çalışmalar İslâm’a uygun olduğu hâlde, kişi nefis ve şeytanın tuzağına düşer, kötü niyetli insanların tesirinde kalır. «Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emredicidir.» (Yusuf: 53) “Şeytan insanlara aldatmadan başka birşey va’detmez.”(İsra: 64) Böylece insan aldanır ve yapılan İslâmî çalışmalara karşı yersiz ve saçma tavırlar sergiler; şeytan da bu yaptıklarını ona süsler ve güzel gösterir.

“İblis dedi ki: Ey Rabbim andolsun ki beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepisini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa ermiş olanlar müstesna”(Hicr:39-40) Ayette de işaret olunduğu gibi bu kötü durumdan ancak ihlaslı olanlar, her işini Allah rızası için yapanlar kurtulabilir. Müslüman bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatına ve onun zînetlerine aldanmamalı, ebedî kurtuluşa vesile olacak sâlih ameller işlemeli, İslâm’ın aleyhinde yapılan gizli açık çalışmalara karşı uyanık bulunmalı, İslâm’ın hâkimiyeti için bütün imkanlarını seferber etmeli. İslâm’da suç olan bir işi kendi öz nefsi de yapsa, asla nefsini müdafaaya kalkmamalıdır. «O günde ki (Allah) o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek, işte o gün kimin aldandığının açığa çıkacağı aldanma günüdür. Kim Allah’a inanır, sâlih amel işlerse Allah O’nun kötülüklerini örter ve ona içinde ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte kurtuluş budur.» (Tegabün: 9)

 

MAL VE TAKVA

6- Semüre bin Cündeb radıyallahu anhden rivayeten, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

–         Kişiyi halk nazarında itibarlı kılan maldır. Allah katında yücelten ise takvadır.

İZAHI: Haseb: Kişinin gerek kendisi ve gerekse baba ve ecdâdına aid dünya ile ilgili meziyetler ve şereflerdir.

Kerem: Kişinin hayır, şeref ve faziletleri kendisinde toplamasıdır. İnsanların çoğu kişilerin ellerindeki dünyalığa yani mal, makam ve mevkiine itibar ederler. Fakir ve muhtaçlara ise değer vermezler. Allah katında itibarlı ve değerli olan şey ise “takva”dır. Dolayısıyla Allah indinde üstün ve değerli olanlar, zengin makam ve mevki sahipleri değil, “takva” sahipleridir. Velev ki o muttakîler simsiyah bir köle veya ekmeğe muhtaç bir fakir olsun.

Takva: Sakınma, korunma ve korkma manalarına gelir. Şeriatta ise; ahirette zarar doğuracak, azaba sebeb olacak şeylerden sakınıp uzaklaşmaktır. Takva kötü ve yasak edilen şeyleri terkedip iyi ve emrolunan şeyleri yapmakla hasıl olur. Takva, ibadet ve taatların kemal derecesidir. Birgivî merhum; Kur’an’da takvanın faziletine dair yüzelliden fazla ayet olduğundan bahsetmektedir.

«Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve üstün olanınız, ondan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır.» (Hucurat: 13)

«Allah muttakîlerin yardımcısıdır.» (Casiye: 19)

«Muhakkak Allah muttakîleri sever.» (Tevbe: 14)

«İttika edenler için ahiret yurdu elbette daha iyidir. Akletmiyor musunuz?» (Yusuf: 109)

«O’nun (Allah’ın) dostları ancak muttakîlerdir. Fakat çoğu bunu bilmiyorlar.» (Enfal: 34)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: «Ya Rasûlallah!  İnsanların hangisi daha  faziletlidir?» diye soruldu. O:

“Kalbi mahmûm ve dili çok doğru olan her mü’min kişidir, buyurdu. Sahabiler:

“Ya Rasûlallah! Dili çok doğru olanın ne demek olduğunu biliriz. Mahmûm kâlb nedir?” diye sordular. O, “Mahmûm kâlb, Allah’tan korkan, tertemiz, içinde günah, zulüm ile yaratıklara kötülük etmek, kin ve hased olmayan kâlbtir» buyurdu. (İbn-i Mace)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Kul sakıncalı şeyden korktuğundan dolayı, sakıncasız şeyi de bırakmadıkça muttakîler derecesine ulaşamaz.» (İbn-i Mace) buyurmaktadır.

Hz.Ali kerremallahu vechehu: «Takva, masiyette ısrarı, taatte gururu terketmektir. İnsan cehennemden onunla korunur. Cennet ve cemâle de (Allah’ın lütfu ile) onunla kavuşur» der.

Takvanın üç derecesi vardır:

1- Allah’a ortak koşmaktan ve küfürden sakınıp temizlenmektir.

2- Büyük, küçük bütün günahlardan, tahrimî mekruhlardan sakınmaktır.

3- Tenzihî kerahetlerden, hatta mübahlardan kaçınmak. Kalbi Allah’tan uzaklaştıran, başkası ile meşgul eden, her türlü masivadan temizleyip onu yalnız Allah’a çevirmektir. Takvanın bu üçüncü derecesine ulaşmak herkesin başarabileceği bir şey değilse de, her müslüman takvanın ikinci derecesini elde etmelidir.

Malik bin Dinar şöyle der: “Bir kimse özünde korku alâmetini ve ümit nişanını görürse sağlam bir ipe tutunmuş olur. Korku alâmeti Allah’ın yasak ettiği şeyleri terketmektir. Ümit alâmeti ise Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yerine getirmektir.”

Ulemâ zühd ve takva sahiplerinin alâmetlerinden şöyle bahseder:

1- Nefis ve şeytana düşmandırlar.

2- Delilsiz iş yapmazlar.

3- Ölüm için hazırlık yaparlar.

4- Allah için sever, Allah için buğzederler.

5- İyiliği emreder, kötülükten men ederler.

6- Onlar her an tefekkür ederler, hadiselerden ibret alırlar.

7- Kâlblerini masivadan muhafaza ederler.

8- Allah’ın mekrinden emin olmazlar.

9- Allah’ın rahmetinden ümit kesmezler.

10- Allah Teâlâ’nın verdiği dünya malı için sevinmez, elinden çıkan için üzülmezler.

Şereflerin en yücesi, iman ve İslâm şerefidir. Haseb ve nesebde şeref arayan ve onunla böbürlenenler Mevlâna’nın tâbiri ile, çölden, Bağdat’taki Halife’ye bir testi yağmur suyunu hediye getiren bedeviye benzer. O bedevi Bağdat’taki Dicle ırmağından haberdar olsa idi, hediyesinin değersizliğini anlardı.

İman ve İslâm’ın izzet ve şerefini idrak edenler asla, haseb ve nesebe itibar etmezler. Onların Allah indinde hiçbir değeri olmadığını kavrar, takvaya sarılırlar. Selman-ı Farisi radıyallahu anh’a babası sorulmuş, cevaben, «Ben İslâmoğlu Selman’ım» demiştir. Keza Hz.Ömer radıyallahu anh de «Ben de İslâmoğlu Ömer’im» diyerek gerçek izzet  ve şerefin İslâm’da olduğunu belirtmişlerdir.

 

MALAYANİYİ TERKETMEK

7- Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

–         Malâyânîyi terk etmek kişinin İslâm’ının güzelliğindendir.

İZAHI: Malâyânî:Din ve dünya açısından faydası olmayan ve Allah rızasını kazanmak bakımından yararlı bulunmayan bütün sözlerdir. İmam Gazali: «Konuşulduğu zaman günah olmayan ve zarar vermeyen, fakat hiçbir faydası da bulunmayan bütün konuşmalar malâyanîdir» der. Bir kişinin yediği yemekten, giydiği  elbiseden, evi için yaptığı alış-verişten bahsetmesi gibi. Bunları konuşmak mübah olduğu hâlde, din ve dünyaya faydası olmayan sözlerdir. Mübah olan konuşmalar malâyanî olunca haram ve mekruh olan konuşmalar, evveliyetle malâyanî olur.

Zaman kıymetli bir hazinedir. Ve hayat zamandan ibarettir. Bu değerli hazine boş ve faydasız söz ve fiillerle ziyan edilmemelidir. Zamanını dünya ve ukbasına fayda verecek, ebedî saadete vesile olacak ibadet ve taatle geçiren, ömür sermayesini Allah yolunda hayırlı hizmetlerle harcayan ve her türlü malâyanîden sakınan bir mü’min, müslümanlığını güzelleştirmiş ve kâmil müslüman vasfını kazanmış olur. «Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.» (Mü’minun: 3) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Âdemoğlu sabahladığı zaman bütün organlar dilden kifayetli olmasını isteyerek derler ki: Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Çünkü bizim istikametimiz sana bağlıdır. Sen istikamette olursan, biz de istikamette oluruz.Sen eğrilirsen biz de  eğriliriz» buyurmaktadır. (Tirmizi)

Süfyan bin Abdullah radıyallahu anh şöyle haber vermiştir.

«Ey Allahın peygamberi! Bana öyle bir şeyden haber ver ki onunla kendimi ateşten koruyabileyim» dedim. Buyurdular ki:

-Rabbım Allah’tır, de. Sonra dosdoğru ol.

-Ya Rasûlallah! Benim hakkımda en çok korktuğun şey nedir? dedim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem mübarek dillerini tutarak:

-İşte budur, buyurdular. (Tirmizi)

Görülüyor ki dil mühim bir uzvumuzdur. Müslüman diline sahip olmalı, onu şerre, batıla ve faydasız şeylere alet etmemelidir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa hayırlı söz söylesin veyahut sussun.» (Buharî-Müslim)

«Dilinin (sözünün) fazlasını tutan ve malının fazlasını infak eden kimseye müjdeler olsun» buyurmaktadır. (Beyhaki)

Bizden önceki sâlih mü’minler, az konuşurlar, konuştukları zaman da muhakkak hak olanı konuşurlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin susması, konuşmasından çoktu ve onlar ihtiyaçlarından fazla olan mallarını da Allah yolunda infak ederlerdi.

Bizler ise, malımızın fazlasını tutuyor. İsraf ve lükse ve nice haram olan şeylere sınırsız harcamalar yapıyor, Allah yolunda sarfetmek hususunda ise aşırı derecede cimrilik ediyoruz. Dilimize gelince, ona asla sahip olmuyor. Değil, zararsız olup da lüzumundan fazla konuşmalar yapmak, İslâm’ın haram kıldığı ve hatta bazen imanımıza bile zarar veren sözler ve lakırtılar etmekten çekinmiyoruz.

Dil, hakkı söylemek, Kur’an, hadis, fıkıh ve diğer faydalı ilimleri öğrenip, öğretmek, emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmak, İslâmî tebliğatta bulunmak, helâl yoldan ticaret yapmak, zarurî ihtiyaçları gidermek gibi faydalı ve zarurî konuşmaları yapmak için kullanılmalıdır. Lüzumundan fazla konuşmak malâyanîdir.

«Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi yahut bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki müstesna» (Nisa: 114)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Âdemoğlunun, iyiliği emretmek, fenalığı menetmek ve  Allah azze ve celleyi zikretmek dışında konuştuğu sözler aleyhinde olup lehinde değildir.» buyurmuştur. (İbn-i Mace)

Bugün kahve köşelerinde veya birçok dedikodu meclislerinde saatlerce çene çalan, gıybet, yalan, iftira ve hakaret dolu konuşmalarla ömür sermayesini tüketen insanlara ne demeli? Selef-i sâlihin, zararlı olmasa bile çok konuşmayı kötülemişler ve maksadı iki cümle ile ifade etmek mümkün iken üç cümle ile ifade etmeyi malâyanî saymışlardır.

Ebu Davud, mevzûmuz olan hadis-i şerifi, İslâm’ın medarı olan dört hadisten biri olarak zikretmiş ve “Kişinin dini için bu dört hadis kâfidir.” demiştir. Bu hadisler şunlardır:

 

AMELLERİN EN SEVİMLİSİ

8- Aişe radıyallahu anhadan rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

– Allah Teâlâ’ya amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.

İZAHI:Hadis-i şerif ibadet ve hayırlı amellere devam etmeyi teşvik etmektedir. Devamlı yapılan az bir ibadet, çok yapılan fakat sık sık terkedilen ibadet ve amelden Allah indinde daha hayırlıdır. Çünkü az da olsa devamlı yapılan ibadet ve amellerde kararlılık, azim ve o amelin faziletine dair kâlbte itminan hasıl olmuştur. Kalbin tatmin olduğu, istenerek şevkle muhabbetle yapılan ibadetler ise Allah indinde daha makbuldür. Allah Teâlâ «Taate devam eden erkekleri ve taate devam eden kadınları» (Ahzab: 35) mağfiret ve büyük mükafatla müjdelemiştir. Çok, fakat devamlı yapılmayan, sık sık terkedilen ibadet ve ameller kâlbte itminan meydana getirmez, niyetteki ihlası zedeler, ibadet ve taatlerde gevşeklik ve tembellik iras eder. İstikrarı bozar. Netice olarak bu hâl müslümanın bütün işlerine sirayet edebilir ve böylece güvenilirliğini kaybedebilir. Müslüman istikrarlı insandır. Bir şeye karar verdi mi, onu asla tereddüte düşmeden ve gevşemeden yerine getirir.

«.. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah mütevekkil olanları sever.» (Al-i İmran: 159)

Selef-i sâlihin başladıkları ibadet ve hayırlı amelleri asla terketmezlerdi. Nitekim Kasım bin Muhammed: «Hz. Aişe radıyallahu anha  bir ameli işlediği vakit ona devam ederdi» demiştir. Alkame radıyallahu anh Ümmü’l mü’minin Hz. Aişe radıyallahu anhaya, «Ey mü’minlerin annesi! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ibadet işi nasıldı? Günlerden birine tahsis ettiği bir şey olur muydu? diye soruyor. Hz. Aişe radıyallahu anha: «Hayır onun ameli devamlıydı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lemin kadir olduğu şeye sizin hanginiz takat getirebilir ki.» diye cevap vermiştir:

Müslümanlar güç yetirebilecekleri işleri yapmalı ve bu amellerine de sekte vermeden devam etmelidir. Hz.Aişe radıyallahu anhanın rivayetine göre: «Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lemin bir hasırı vardı. O’nu geceleyin kendine hücre yapar da içinde namaz kılardı. Gündüzün ise yere yayardı. Derken cemaat de onun namazına uymaya başladılar ve bir gece toplandılar. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem:

– Ey cemaat! Siz gücünüzün yeteceği işlere bakın» (Müslim) buyurdular.

«Allah her şahsa ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.» (Bakara: 286)

Abdullah bin Amr radıyallahu anh, çok zahid, çok abid bir zattı. Gecesi gündüzü ibadet ve taatle geçer, Allah’a kulluk yolunda bütün gücünü sarfederdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem O’na ibadetlerde iktisadı yani orta yollu hareket etmesini tavsiye etmiş ve ona bu hususta ruhsat vermişti. Fakat Abdullah bin Amr, bu ruhsatı kullanmadığı için, ihtiyarlayıp güçten düştüğü ahir ömründe pişmanlık duymuştur.

Demek oluyor ki müslümanlar güçlerinin yettiği amelleri yapacaklar ve fakat asla tekasül göstermeden, gevşetmeden devamlı olarak yapacaklardır. Allah yolunda bütün güç ve kuvvetlerini ve her türlü imkanlarını seferber edeceklerdir. Çünkü az ve devamlı yapılan ibadet ve amel, bu devamlılık sayesinde, devamlı yapılmayan, sık sık terkedilen çok ameli kat kat geçer. Bugünün müslümanları olarak takat getiremiyeceğimiz amellerin ve işlerin hayali ve lafı ile meşgul olacağımıza, gücümüzün yettiklerini devamlı yapmış olsaydık, özlediğimiz nizama çoktan kavuşabilirdik.

“Erkek olsun, kadın olsun her kim mü’min olarak iyi işler yaparsa işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar” (Nisa:124)

«Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan iyi işler ise, Rabb’ının nezdinde hem hesapça daha hayırlı hem de ümit etmeye daha layıktır.» (Kehf: 46)

 

 

ALLAH SİZİN SÛRETLERİNİZE BAKMAZ

 

9- Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etmiştir.

– Şüphesiz ki, Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin kâlblerinize ve amellerinize bakar.

İZAHI: Mahlukat içinde vücud yapısı bakımından en güzel biçimde yaratılan insan, ayrıca akıl ile de te’yid edilerek üstün kılınmış ve böylece o, dünyanın bütün nimetlerinden faydalanma ve diğer canlılara hâkim olma imkanına sahip olmuştur.

«Zira gökleri ve yeri hak ile yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.» (Teğabün:3)

«Biz insanı en güzel biçimde yarattık.» (Tin: 4)

«Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.» (İsra: 70)

İnsanı yoktan var eden, ona şekil ve renk veren, akıl ile ziynetleyen Allah Teâlâ, kullarının vücut yapısına, rengine, şekline bakmaz. Onları bu zahirî durumuna göre değerlendirmez. Allah Teâlâ iman ve takvanın makarrı olan kalbe ve imanın tezahürü olan iyi amellere nazar eder. Nevevî: «Allah’ın bakması her şeyi ihatalı olarak görmesidir» der.

«Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.» (Bakara: 110)

«Allah kullarını çok iyi görür.» (Al-i İmran: 15,20)

«Allah herşeyi işitici her şeyi görücüdür.» (Nisa: 58)

Kişi, kalbini düzeltmedikçe, amelini düzeltemez ve ahlâk-ı hâmide sahibi olamaz. Kâlb nazargah-ı ilahîdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Uyanık olun! Cesette bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün ceset düzelir. O bozulduğunda bütün ceset bozulur. Haberiniz olsun, o kâlbtir» buyurmuştur. (Buharî-Müslim)

Kalbi düzeltmek demek onu bütün kötü vasıflardan, ucub, kiibir, haset, riya, yalan gibi ahlâk-ı rezileden temizleyip, en iyi ve en güzel vasıflarla süslemektir. Bu da Allah’ın menettiği bütün kötülüklerden sakınmak ve emrettiği bütün iyi amelleri işlemekle mümkündür. Böylece kâlbte takva hasıl olacak ve insan nefsin şomluğundan kurtularak iman ve hikmetin aydınlığına kavuşacaktır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem üç defa kalbine işaret ederek: «Takva şuradadır.» buyurmuştur. (Müslim)

«(Onlar Allah’a) iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikri ile sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kâlbler ancak Allah’ı anmakla sükûnet bulur.» (Rad: 28)

İnsan, kalbinden bir anda gelip geçen kötü düşüncelerden dolayı muaheze olunmaz. Fakat bu kötü düşünceler kâlbte yerleşir de süreklilik arzederse sahibi mes’ul olur.

«Allah sizi yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Lakin kâlblerinizin kazandığı şeyler ile (kâlbte yerleşen kötü düşüncelerden) sorumlu tutar. Allah gafurdur, halimdir.» (Bakara: 225)

«Fakat kâlblerimizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah gafurdur, rahimdir.» (Ahzab: 5)

Allah Teâlâ kulları, kâlblerindeki kuvvetli iman, takva, ahlâk-ı hâmide ve Allah rızası için yaptığı sâlih ameller karşılığında mükafatlandıracaktır. Kula düşen, bütün kötülüklerden sakınmak, sâlih ameller işlemek ve kalb-i selim sahibi olmak için çalışmaktır. «O gün ne mal ne evlat fayda vermez. Ancak Allah’a temiz bir kâlb ile gelenler (kurtulur)» (Şuara: 88-89)

«Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.» (Asr: 1,2,3)

Hatem-i Esam rahmetullahi aleyhe, amellerini ne üzere bina ettiğini, sordular. O şöyle cevap verdi:

1- Benim rızkım tayin edilmiştir. Başkasının rızkı bana gelmeyeceği gibi benim rızkım da başkasına gitmez. Onun için rızık endişesi duymadım.

2- Üzerime farz olan ibadetler vardır. Bu ibadetleri benim ye-rime başkası yapamaz. Onun için ibadetlerle meşgul oldum.

3- Rabbım beni her zaman görüyor. Ondan utandım, ona göre hareket ettim.

4- Ecelimin bana süratle geldiğini gördüm. Ben de ona süratle gittim. Yani ölüm için hazırlandım.

İnsanoğlu Allah’a ibadet etmek, kulluk yapmak için yaratılmıştır. Ameller kâlb, dil ve azalarla yapılır. Kalbin ameli niyyettir. Kâlbte hâlis niyyet, lisanda hak söz ve azalarda erkan ve adabına uygun iyi ameller olursa o zaman kul gerçek sâlih ve sadıklardan olur. Onun için Allah Teâlâ kalbe ve amellere bakar. Hâlis niyyet ve riyasız olarak, yalnız Allah rızası için yapılan amel kulu ebedî saadete, cennetin sayısız nimetlerine kavuşturur. Bu Allah’ın bir vaadidir.

«İman eden ve iyi ameller yapanları, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah o söylenenleri hak bir söz olarak va’detti. Söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah’tan daha doğru sözlü olabilir.» (Nisa: 122)

İnsan, gençlik ve güzelliğin, mal ve mülkün, makam ve mevkiin geçici ve aldatıcı görüntülerine bakarak ömrünü gafletle geçirmemeli, Allah yolunda cihad, müslümanlara hizmet, ukbasını mamur edecek her türlü âmâl-i sâliha işleyerek Allah’ın rızasını ve va’dettiği ebedî saadeti elde etmeye çalışmalıdır.

 

İYİLİĞİ EMR KÖTÜLÜĞÜ NEHY

10- Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle söylediğini işittim, dedi:

– Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zayıfı da budur.

İZAHI: Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker bu ümmete, kitab, sünnet ve icmâ ile sabit olan bir farzdır. «Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü men eden bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.» (Al-i İmran: 104) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: «Şehidlerin efendisi Hamza’dır. Ve bir de hükümdarın önünde durup ona iyilikle emrettiği ve kötülükten menettiği için öldürülen kimsedir.» (Hâkim)

«Cihadın en üstünü, zâlim bir hükümdarın yanında hak sözü söylemektir.» (Ebu Davud) buyurmuştur.

Emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münkerin farz-ı ayın ve farz-ı kifâye olduğu yerler vardır. Aile reisinin hanımı ve çocukları için, bir beldede, bu işi kendisinden başka yapacak kimse bulunmazsa o kimse için, iyiliği emir ve kötülükten men etmek farz-ı ayındır. Bu vazifeyi hiç kimse yapmazsa, o beldede özrü bulunmayan bütün müslümanlar günahkâr olur. Fakat bu vazifeyi yapan ehil kişiler bulunursa diğer müslümanlar mes’uliyetten kurtulur. Böyle durumlarda emir ve nehiy işi farz-ı kifaye olur. Bu vazife çok mühim bir iştir. Cemiyetin salâhı ancak iyilikleri emir ve kötülüklerden men etmekle mümkündür. Asr-ı saadetten beri bütün müslümanlar bu hususta üzerlerine düşeni yapmışlardır. İlim ve delil gerektiren hususlarda emir ve nehiy ilim adamlarının ve bizzat bununla vazifeli olanların işidir.Yapılacak emir, namaz, oruç gibi herkesin bildiği farzlardan; nehiy de, içki, kumar, zina, fâiz gibi herkesçe malum kötülüklerden olursa, emir ve nehiy işinde bütün müslümanlar müşterektir. İslâm devlet nizamında emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker için “hisbe” teşkilatı kurulur ve “muhtesib”ler tayin edilerek bu çok mühim vazife en mükemmel bir şekilde ifa edilirdi. Fakat zamanımızda böyle bir teşkilat olmadığı gibi, meselâ; içki imalat ve satışı, fâiz gibi İslâm’ın haram kıldığı bir çok hususlar devlet eli ile yapılmaktadır.

İşte böyle bir nevi fetret döneminde ve cahilî düzenlerin hâkim olduğu zamanımızda bütün ehil müslümanlar, iyilikleri emir ve kötülükleri nehiy hususunda her türlü çabayı göstermeli, bütün imkânlarını seferber ederek, müslümanların İslâmî vasıf ve özelliklerini korumaları ve İslâm yolunda çalışmaları için gayret edilmelidir. Bu hususta bütün müslümanlar kendine  düşeni yapmalıdırlar.

Ancak, emri bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapacak kimselerin, kaba, haşin, bu işe nefsini karıştıran, sevilmeyen, müfrit ve aşırı kişilerden olmaması gerekir. Çünkü bu tipler insanları İslâm’a ısındıracakları yerde İslâm’dan uzaklaştırırlar. Olumsuz davranışları ile kargaşalara sebep olabilirler. Emir ve nehiy yapacak kimseler, bilgili, mütevâzı, edepli, merhametli, mutedil, insan psikolojisini bilen vakur, ciddi ve mehabetli kişilerden olmalıdırlar. Bu vazifeyi yapan kişinin müessir olabilmesi için, emrettiği şeyi kendisinin de yapması, nehyettiği şeyden kendisinin de kaçınması en güzel yoldur. Eğer emir ve nehiy ettiği şeyler kendisinde de mevcutsa, o zaman önce kendi nefsine emir ve nehiy yapıp ve sonra da aynı şeyleri başkalarına yapmalıdır. “İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara: 44)

Zamanımızda emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker vazifesi aşırı derecede ihmal edilmektedir. Ya can ve malımıza, ya makam ve mevkîmize veya insanlar arasındaki itibarımıza zarar vereceği veyahut da emir ve nehiy yapacağımız kişi veya kişileri gücendireceğimiz endişesi ile bu mühim vazifeyi terk etmekteyiz. Şayet zâlime mâni olunmaz, kötülükler yaygın hâle gelir ve açıktan yapılırsa, o zaman ilahî azab, iyi, kötü herkese umumî olarak gelir. “O’nun (Allah ve Rasûlü’nün) emrine muhalefet edenler ya başlarına bir belâ gelmesinden, ya acıklı bir azaba düçar olmalarından sakınsınlar” (Nur: 63) Hem dünya ve hem de ukbada âfiyet ve dinî selâmet isteyenler, Allah’ın rızasını talep edenler, iyilikleri emir ve kötülüklerden nehiy işine ehemmiyetle sarılmalı ve bu hususta hiçbir kimsenin kınamasına aldırış etmemeli ve hiç kimseden korkmamalıdır. “Allah kendi dinine yardım edene, elbette yardım edecektir.” (Hac: 40) “Yoksa insanlar hiç imtihan olunmadan, iman ettik demekle bırakılacaklarını mı sandılar? Yemin olsun ki biz onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah doğruları mutlaka ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut: 2-3)

Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münkeri terkeden ümmetler, bir çok belâ ve musîbete uğramışlar, felâketten felâkete sürüklenmişler ve ilâhî azaba düçar olmuşlardır.

«İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud’un da, Meryemoğlu İsa’nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri (o  hâl) ne kötü idi.» (Maide 78-79)

Emir ve nehiy yapamayışımızın sebepleri şu hadis-i şerifte ne güzel ifade edilmektedir: «Sizi iki sarhoşluk sarmıştır: Yaşama sarhoşluğu ve cehâlet sarhoşluğu. Bundan dolayı emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapamıyorsunuz. Kitap ve sünnetle kaim olanlar ilk muhacir ve ensar gibidirler.” (Ebu Naim)

Diğer bir hadis-i şerifte  de şöyle buyurulmaktadır: «Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, ya iyilikleri emreder ve halkı kötülüklerden alıkoymaya çalışırsınız, yahut Allah’ın üzerinize bir azab göndermesi yakındır. Sonra Allah’a dua edersiniz de duanız kabul olunmaz.» (Tirmizi)

«İsrailoğullarına (dinî cihetten) arız olan ilk noksanlık (onlardan) bir adam  (günah işleyen) bir adamla karşılaşır da: “Bana bak! Allah’tan kork, işlemekte bulunduğun şeyi terk et. Zira o sana helâl değildir” der de  daha sonra, ertesi gün ona aynı hâlinde devam ederken karşı gelir, bu hâl kendisini onunla yiyip içmekten, oturup kalkmaktan alıkoymazdı. Onlar böyle yaptıkları vakit, Allah kâlblerini birbirine benzetti» dedi. Sonra şu ayeti okudu: “İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud’un da, Meryem oğlu İsa’nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, işledikleri herhangi fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri (bu hâl) ne kötü idi. İçlerinden bir çoğunu görürsün ki (Peygambere ve mü’minlere olan buğzlarından dolayı) kâfirlerle dostluk ederler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü (o kötü hareketler) andolsun ne çirkin şeylerdir. (Çünkü onların kazancı) Allah’ın kendilerine gazab etmesi ve onların o azab içinde ebedî kalıcı olmalarıdır. Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu, fâsık kimselerdir”. (Maide: 78-81) Bundan sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam etti: «Hayır Allah’a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, zâlimin eli üzerine (elinizi) tutar(ak zulmüne mâni olur)sunuz ve onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız.Yahut Allah bazınızın kâlblerini diğerine benzetir de onlara lanet ettiği gibi, sizi de lanete uğratır.» (Ebu Davud)

Ebu Derdâ radıyallahu anh şöyle der: “İyiliği emretmeli kötülüğü de yaptırmamalısınız! Bunu yapmadığınız takdirde  Allah başınıza büyüklerinize hürmeti, küçüklerinize merhameti olmayan zâlim bir idareci musallat eder. İyileriniz dua eder kabul olmaz. Yardım isterler yardım görmezler. Tevbe ederler makbul olmaz.”

Mevzûmuz olan hadis-i şerifte kötülüğe üç şekilde mâni olunabileceği beyan buyurulmaktadır.

Bir müslüman herhangi bir kötülüğü görünce ona eli ile mâni olmalıdır. Eğer zann-ı galibine göre o kötülüğe mâni olmak kendisinin veya başka birinin öldürülmesi gibi daha şiddetli bir münkire sebep olacaksa elle mâni olmaktan vazgeçerek dil ile nasihat etmeli ve korkutmak sûretiyle kötülüğe mâni olmaya çalışmalıdır. Dil ile söylemek, nasihat ve tehdit etmek de yine zann-ı galibine göre men etmeye çalıştığı kötülükten daha büyük kötülüklere sebep olacaksa ve o gelecek kötülüğü gidermeye gücü de yetmiyecekse o zaman kalbi ile buğzetmelidir. Eğer kötülüğe başkalarının yardımı ile mâni olunabilecekse, yardım edebilecek kişileri yardıma çağırıp, kötülüğün önüne geçilmelidir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Benden önce Allah’ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan ve emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle mücadele ederse o da mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o da mü’mindir. Ama bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur.» buyurmuştur. (Müslim)

Kendisine emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapılan kişiler de bunu mülâyemetle karşılamalı ve hatta teşekkür etmelidir.

İnsanın gerçek dostu, ahiretini mamur etmeye çalışan kimsedir. Bu hâl onun dünyasına zarar verse de. Kişinin gerçek düşmanı ise, ahiretini zâyî etmeye ve cennet nimetlerinden mahrum bırakmaya çalışan kimsedir. İsterse bu sebeble ona dünyanın bütün nimetleri arzolunsun.

 

 

KÂMİL MÜ’MİNİN ALÂMETİ

11- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hizmetçisi Enes radıyallahu anhden rivayete göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

– Sizden herbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.

İZAHI: Müslüman müslümanın kardeşidir. “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat: 10) Kişi, din kardeşinin iyiliğini dünya ve ukbada âfiyet ve selâmetini ister. Kendi nefsi için arzu ettiği bütün iyiliklerin bir mislini ve hatta daha fazlasını din kardeşi için de arzu eder. Kendisi için kötü gördüğü, arzu etmediği şeyleri din kardeşi için de kötü görüp, asla arzu etmez. İşte mü’minin bu hâli onun imanının kemâlatındandır. İmanı kemâle ulaşmış bir müslüman artık sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Avamın sevgisi, sevdiğinin ikram ve ihsanına göredir. Yani karşı taraf ikramını çoğaltırsa onun sevgisi ziyadeleşir, ikramını azaltırsa onun da sevgisi azalır. İmanı kemâle ermiş seçkin müslümanlar ise böyle değildir. Onlar bir müslümanı, ondaki üstün ahlâk, takva, ihlas ve kemâlatı sebebi ile Allah için severler. Bu sevgi dünyevî maksatlarla olmayıp, yalnız Allah için olduğundan, o sevilen kişiler ikram etse de, etmese de muhabbetlerinde asla bir değişme olmaz. İşte hakiki muhabbet budur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur.

1- Bir kimseye Allah ve Rasûlü, başkalarından daha sevgili olmak.

2- Bir kimse sevdiğini yalnız Allah için sevmek.

3- Bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.» (Müslim)

İmam Nevevî: «Bu hadis-i şerif İslâm’ın esas kaidelerinden büyük bir kaidedir» demiş. Bedreddin Aynî de «Nasıl büyük bir kaide olmasın ki, bu hadiste imanın aslını hatta aynını teşkil eden Allah ve Rasûlullah sevgisi vardır» demektedir.

Kulun Allah’ı sevmesi, onun bütün emirlerine uyup, nehyettiklerinden kaçınmasıdır. Allah’ın kulu sevmesi ise, Allah’ın kuluna rahmeti ve ondan razı olmasıdır. Rasûlullah’ı sevme de, onun getirdiği şeriata uymak ve sünnetine ittiba etmektir. Görülüyor ki, imanın tadı Allah  ve Rasûlüne muhabbet ve amellerin yalnız Allah için yapılması, küfür ve bütün kötülüklerden tiksinmek ve uzaklaşmakla duyuluyor ve iman kemâle eriyor.

Birbirlerini yalnız Allah rızası için seven ve din kardeşliğini kan kardeşliğinden üstün tutan müslümanlar, her zaman birbirlerinin iyiliğini arzu eder, din kardeşlerinin nail olduğu hayır ve iyiliklere, sanki kendisi nail olmuş gibi sevinir. Din kardeşinin uğradığı bir musibet için de, o musibet kendisine isabet etmiş gibi üzülür. Din kardeşinin iyilik ve âfiyetini sadece dualarında istemekle kalmaz. Fiiliyatta da bunu ispat eder.

«Daha  önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri se-verler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir» (Haşr: 9)

Müslümanın din kardeşine, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapması, ona hayır nasihatta bulunması ve ahiret amelle-rine teşvik edip, nefis, şeytan, dünya ve şerir insanların kötülük ve zararlarından sakındırması da, onun için iyilik ve hayır arzu etmesidir. Ve bu din kardeşine olan muhabbetinden mâdudtur.

Kardeşlik bağları zayıflamış ve hatta kopmuş gönüllerinden muhabbet ve merhamet silinmiş, ahlâken düşük, imanen zayıf kişiler ise, müslümanın uğradığı belâ ve musîbete sevinir, bundan bir nevi haz duyar. Onun nail olduğu iyilik ve hayra ise, hasetinden üzülür, gam ve kedere boğulur, o nimetin elinden gitmesini arzular. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem şöyle buyuruyor:

«Müslüman kardeşin hakkında şamata (ona musibet dokununca sevinç) izhar etme. Sonra Allah Teâlâ ona âfiyet bahşeder de seni musibetle imtihan eder.» (Tirmizi)

 

KİŞİ ARKADAŞININ DİNİ ÜZEREDİR

12- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söyledi:

– Kişi arkadaşının dini üzerinedir. Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.

İZAHI: Her şey kendi ortamında yetişir ve olgunlaşır. Onun için müslümanlar, İslâm’ı yaşayabilecekleri ortamı oluşturmakla mükelleftirler. Aile, okul, komşu, iş ve arkadaş çevresi çok mühimdir. İyi bir vasat ve çevre edinen kişiler birçok kötülüklerden korundukları gibi birçok hayırlı hizmet yapma imkanına da kavuşurlar. İnsan tabiatında, daha doğrusu bütün varlıklarda bir uyum olayı vardır. Kişi ilk anda ürkek davrandığı, ısınamadığı bir çevreye zamanla intibak eder ve hatta bazen o çevrenin en ileride elemanı hâline gelebilir. Bu uyum hâdisesi hem müsbet ve hem de menfî yönden her zaman gözlenebilen bir husustur. Mevzûmuz olan hadis-i şerifte bu hususa dikkat çekilmektedir. Her fert, yaratılışında mevcut olan özelliklere, benzer özellikler taşıyan insanlarla daha yakın ilişkiler içinde bulunur ve daha iyi anlaşır. İnsan çoğu kez kendini tanıyamaz. Kendisinde var olan müspet ve menfî yönleri bir otokritik yaparak değerlendiremez. Fakat diğer insanları daha net gözleyebilir. Bu sebeble kendini tanımak isteyen kişi arkadaşına baksın. Onda gördüğü müsbet ve menfî yönleri tespit etsin. Arkadaşında ahlâk, fazilet ve iyiliklerden ne varsa, ona benzer şeyler, kendisinde de var demektir. Keza onda mevcut olan kötü hasletler, kendisinde de mevcut demektir. Çünkü zıtlar uzun müddet beraber olamazlar.Ya ayrılırlar veya biri diğerini hazmeder. Su ateşe dökülünce ya ateş söner veya su buharlaşarak su olmaktan çıkar. Zıt olmayanlar ise uyum içindedirler ve birbirine destek olurlar.

Hadis-i şeriften anlaşılan bir mânâ da şudur: Sakın kötü ahlâklı insanlarla dost ve arkadaş olma. Sende iyi vasıflar olsa bile uyum kanunu gereğince zamanla iyi vasıfların körlenir ve arkadaşının kötü huyları sana da sirayet eder ve ona benzersin. Ecdadımız bu mânâda; «Üzüm üzüme baka baka kararır» demiştir.

«Rasûlüm! Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp-getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi duyma» (Kalem: 10-14)

Muhammed Bakır, oğlu Cafer-i Sadık’a şu beş kişi ile arkadaşlık etmemesini öğütlemiştir:

1-Fasıkla: Tamah ettiği bir lokmaya seni satar.

2-Cimri ile: Yoksul olduğun zaman malım azalır korkusu ile seni terk eder.

3-Yalancı ile: Çöldeki serap gibidir. Yakınında uzak, uzakta yakın gözükür.

4-Ahmakla: İyilik edeyim derken kötülük eder.

5-Akrabası ile alakasını kesen ile.

Ehl-i hikmetten bir zat da şöyle der:

«Bayağı insanların mahallesinde oturma. Ayak takımı ile düşüp kalkma. Havaî kişiler arasında gezme. Edepsizlerle sohbet etme. Büyük insanların bulunduğu yere taşın. Onlarla sohbet et. Aklı başında irfan sahipleri ile konuş. Çünkü büyükler arasında olanlara düşman yaklaşamaz. İrfan sahipleri ile sohbette olana kötülük gelmez.»

Dünyada iyi insan tükenmez. Az da olsa her zaman vardır. Müslümana düşen onları arayıp bulmak ve onlarla ünsiyet peydah etmektir. Hz. Ali kerremallahu vechehu «Hakkıyla kardeşlik edeceğin adam, her zaman sana sahip ve yâr olabilen ve senin istifaden için  kendini zora sokan, zarûrete, darlığa yahut sıkıntıya düştüğün zaman yardımına koşandır» buyurur.

Utaridî hazretleri oğluna yazdığı vasiyetnamede şöyle der: «Ey oğlum! Bir kimse ile dost ve arkadaş olmak ister isen ona ettiğin hizmete mukabil, seni koruyacak ve onunla arkadaşlık yaptığın zaman güzel huyu ile sana faide verecek, şeref ve itibar kazandıracak, zaruret hâline düştüğünde de seni ihtiyaç ve sefaletten kurtarmaya gayret edecek adam seçmelisin.

Ey oğlum! Hakiki dost, senden bir iyilik görürse onu açıklar. Bir fenalık görürse âlemin gözünden saklamaya çalışır. İşte böyleleri ile arkadaş ol.»

İmam Gazalî rahmetullahi aleyh, bir dost ve arkadaşta olması gereken vasıfları şöyle sıralar:

1- Akıllı olmalı

2- İyi ahlâklı olmalı

3- Sâlih olmalı

4- Hâris, yani dünya mal ve makam düşkünü olmamalı.

5- Doğru sözlü olmalıdır.

 

İŞ EHLİNE VERİLMELİDİR

13- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– İş ehlinin gayrına verildiği zaman kıyameti bekle.

İZAHI: Bir arabî Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme, kıyametin alametlerinden sual etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: «Emanet zâyî edildiği zaman kıyameti bekle» buyurdu. Arabî, «Emanetin zâyî edilmesi nasıl olur?» diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «İş ehlinin gayrine verildiği zaman kıyameti bekle» buyurdular. Hilâfet, valilik, hâkimlik ve müftülük gibi, ilim, adalet ve kabiliyet isteyen bütün işlerde vazifeyi ehil olanlara vermek gerekir. Aksi takdirde emanet zâyî edilmiş olur. Devlet reisi olan zat, vazife başına getireceği bütün amir ve memurları, inceden inceye tetkik etmeli onların vazifeye ehil olup olmadıklarını tespit ederek layık olanları iş başına getirmelidir. İş başına gelecek kişiler, ilim, akıl, adalet, merhamet, hilm, tevazu, ahlâk-ı hâmide sahibi olmakla beraber aldığı va-zifeyi dirayetle yürütecek kabiliyete de sahip olmalıdır. Aksi takdirde, devlet işleri sıhhatli yürümez. Milletin işleri zamanında görülmez. İşler bozulur, adâlet tevzî edilemez. Anarşi ve terör ortalığı kasıp kavurur. Kötüler itibar görüp, iyiler horlanır. Hz. Ali kerremallahu vechehu Mısır’a vali tayin ettiği Malik bin Eşter’e yazdığı emirnâmede: “Sakın insanların iyisi ile kötüsü senin yanında bir olmasın. Zira onları böylece eşit görmek bir taraftan iyileri, iyilikten soğuturken, kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir.” demiştir

Ya, zâlim, ahlâksız zorbalar, kaba, haşin, bön ve anlayışsız cahiller, ilim ve hikmet ehli, ahlâk ve fazilet sahibi insanlara tercih edilirse durum ne olur? O memlekette huzur, kardeşlik ve adalet tesis edilebilir mi? Böyle bir idare ancak zâlim olur ve milletin gerçek evlatları ise mazlum.

Hz. Ömer radıyallahu anh tayin ettiği valiler içerisinde münafık olup olmadığını Huzeyfe radıyallahu anhe sorar. O da valilerden birinin “münafık” olduğunu söyler. Fakat münafıkların adları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından kendisine bir sır olarak tevdi edildiği için valinin adını açıklamaz. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh, bütün valilerin durumlarını, gözden geçirdi ve nihayet biri üzerinde “münafık” olduğuna dair kanaat hasıl oldu. Ve vazifeden aldı. Sonra Hz. Huzeyfe radıyallahu anhe isabet edip etmediği hususunu sordu. Ondan isabet ettiğine dair cevap alınca Allah’a şükretti.  Devlet ve millet işleri, devlet reisine bir emanettir. Bu emanetin muhafazası ise, işleri tam bir adaletle, kimseye zulmetmeden, sürüncemede bırakmadan İslâm ahkâmına göre yürütmek ve vazifeyi ehli olan müslümanlara vermekle mümkündür. İslâm’ın  dışındaki bütün sistemler adı ne olursa olsun zulüm  sistemleridir.

Bu gibi sistemlere arka çıkmak, yardımcı olmak ve gücü yetenlerin sükût etmesi de zulümdür ve zulme ortak olmaktır. Kaldı ki İslâm’ın hâkim olduğu dönemlerde bile, halka zulmeden, haksızlık eden idareciler, âlimler tarafından çok acı bir şekilde ikaz edilmişlerdir. Süfyan-ı Sevri’nin, zamanın Abbasi Halifesi Harun-u Reşid’e yazdığı şu mektubu dikkat ve ibretle okuyalım.

«Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın günahkâr kulu Süfyan bin Sa’d el- Münziri’s-Sevri’den, emellerle mağrur, imanın tadı kalbinden silinmiş kul Harun’ur-Reşid’e…

Benim yanımda, sevgin, muhabbetin, yerin kalmadı. Beni, Beytülmal’deki haksız tasarruflarına, yazdığın mektupla şahit tutmak istiyorsun. Fakat ben ve mektubunu okuyan arkadaşlarım, kıyamette Allah’ın huzurunda senin aleyhine şahitlik edeceğiz. Ya Harun! Müslümanların rızası olmadığı hâlde Beytülmal’e hücum ettin. Buna müellefetü’l-kulub, zekât toplayan âmiller, Allah yo-lunda cihad edenler, yolda kalmış olanlar, Kur’an hafızları, ilim erbabı, dul kadınlar ve yetimler rıza gösterdiler mi? Yoksa idaren altındaki diğer insanlar mı razı oldu? Kendini bu soruların cevabına hazırla. Şunu iyi bil ki bir gün adil-i mutlak bir hâkimin huzurunda hesap vereceksin. Sen ruhundan ilim, zühd, Kur’an-ı Kerim ve iyilerle beraber oturmanın tadını silmiş, zâlim olmuş ve zâlimlere lider olmayı seçmişsin. Ey Harun! Tahta oturdun ve ipeği giydin. Kapına diktiğin zâlim askerlerinle insanlara zulmettin. Allah’ın emri ile bir münadî: “Ey zâlimler ve karıları! Ey zâlimler ve yardımcıları haşrolun, hesaba hazırlanın!” dediği zaman, sen ve etrafındaki zâlimler kollarınız boyunlarınıza  bağlı olarak Allah’ın huzuruna çıktığınızda senin hasenatın başkasının mizanına, başkasının seyyiatı senin mizanına konduğu zaman günahların artacak, başına gelen belâ daha büyüyecek, daralacak ve boğulacak hâle geleceksin. Fakat kimse seni kurtaramayacak. Cehenneme giderken de yine zâlimlerin lideri olacaksın. Ey Harun! Vasiyetimi ezberle, nasihatime kulak ver. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin  ümmetine yaptığı muameleyi iyi düşün. Sen de o ümmete iyi davranmaya çalış. Şunu iyi bil ki hilâfet bir gün elinden gidecektir. Dünya zaten böyledir. İnsanlar devamlı olarak yok olup giderler. İyi azıklanan faydalanır. Kötüler ise dünya ve ahiretini kaybeder. Ben seni her ikisini de kaybetmiş görüyorum. Sakın bana bir daha mektup yazma, cevap vermem. Selâm.»

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Sizin âmirleriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz olunca, işleriniz de aranızda istişare ile yapılınca, sizin için yerin üstü yerin altından daha hayırlıdır. Fakat âmirleriniz en kötüleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olunca, işleriniz ise kadınlarınızın emir ve idaresinde bulununca, o zaman yerin altı, sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır» buyurur. (Tirmizi.)

Görülüyor ki, milletin huzur ve sükuna ermesi, insanca ve İslâmca yaşaması, hakkın üstün kılınıp batılın yok olması, din, can, mal, akıl ve nesil emniyetinin sağlanması için, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bütün devlet hizmetlerini liyâkatlı, kabiliyetli, ehli namus insanlara tevdi etmek gerekmektedir.

İş başına getirilecek kişinin ahlâk-ı hâmide ve fazilet erbabı olmasına dikkat etmekle beraber, o vazifenin üstesinden gelebilecek, liyakat, beceri ve kabiliyete de sahip olmasına azamî derecede itina gösterilmelidir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, takva ve verada çok üstün ve sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zerr Gıfarî radıyallahu anh, kendisinden valilik talep edince: «Ya Eba Zerr! Sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o, kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakkı ile alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna» buyurdular. (Müslim)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi fethetmiş, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Kâbe’nin içinde namaz kılmak istemişti. Fakat Kâbe’ye bakan Osman bin Talha kapıyı kilitleyerek, anahtarı vermek istememiş ve «Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim» demişti. Hz. Ali kerremallahu vechehu anahtarı ondan zorla aldı ve kapıyı açtı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içeri girip iki rekat namaz kıldı ve dışarı çıktı. Hz.Abbas radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden Kâbe anahtarını, Kâbe bakıcılığı hizmetini kendisine vermesini istedi. Bunun üzerine, «Gerçekten Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür» (Nisa:58) ayet-i kerimesi nazil oldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Kâbe bakıcılığını ve Kâbe anahtarını yine Osman bin Talha’ya verdi. Bu olay Osman bin Talha’nın müslüman olmasına sebep oldu.

 

 

İTAATİN ÖNEMİ

14- Ebu Zerr radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet edilmiştir.

– Dostum bana dinleyip itaat etmemi vasiyet etti. Velev ki (emir) kolları, bacakları kesilmiş bir köle olsun.

İZAHI: İslâm dini cemaat dinidir. Ferdî ve indî hareketlere müsaade etmez. Her şey bir nizam ve disiplin içerisinde icra olunur. Bütün işler Kur’an ve sünnet ışığında şûra ile halledilir. Durum bu olunca idare olunanların, amirlerine itaat etmeleri vacip olur. «Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne davet edildiklerinde “işittik ve itaat ettik” demek sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.» (Nur: 51)

Hadis-i şerifte, âmire itaatın ehemmiyetini izah için, âmirin köle, hatta kolları ve bacakları kesilmiş bir köle olmasının itaate mâni teşkil etmeyeceğine işaret edilmiştir. Çünkü insanların pek çoğu tabiatları icabı soylu, güçlü ve cesur emir sahiplerine boyun eğer ve itaat ederler.

Âmirler masiyetle emrederlerse itaat yoktur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği (her) hususta (âmirini) dinleyip itaat etmek gerekir, meğer ki kendisine masiyet ile emredile. Eğer masiyet ile emredilirse ne dinlemek vardır, ne de itaat.» buyurmaktadır. (Müslim)

Devlet reisi, müslümanları Allah’ın kitabı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti üzere, yani İslâm dininin esaslarına göre idare etmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde, zâlimlerden olur ve müslümanların itaat mecburiyetleri kalkar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Üzerinize sizi Allah’ın kitabı ile yöneten bir köle bile vali tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin» buyurmaktadır. (Müslim) Görülüyor ki âmirin soyu, kavim ve kabilesi mühim değil, mühim olan, âmirin Allah’ın kitabı ile hükmetmesidir.

Devlet reisinin müslüman olması şarttır. Müslüman olmayanların müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur. Onun için gay-r-i müslim idarecilere itaat edilmez.

«Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûlüne götürün. (Allah ve Rasûlü’nün tâlimatına göre halledin.) Bu, hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha iyidir.» (Nisa: 59)

Ayet-i kerimede de görüldüğü gibi, müslümanlar, ancak kendilerinden olan, yani hem müslüman ve hem de İslâm’ın ahkâmı ile idare eden âmirlere itaatla emrolunmaktadır. Emir sahibi müslümanları İslâm’ın esaslarına göre idare ettiği ve aralarında Allah’ın kitabı ile hükmettiği hâlde, şahsi hayatında kusurları olsa, meselâ bazı günahları irtikap edip, bir kısım ibadetleri zaman zaman terk etse, kendisine ehil olan kişilerce emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapılır ve masiyetle emretmedikçe itaat edilir. Ancak helâli haram, haramı helâl sayan ve dinin herhangi bir hükmünü inkâr ederek küfre giren veya tamamen irtidat eden bir emire itaat edilmiyeceği gibi bu gibileri vazifeden azletmek gerekir.

«O hâlde kâfirlere itaat etme ve bu (Kur’an ile) onlara karşı bütün gücünle, büyük bir cihad et!» (Furkan: 52)

«Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan. Vekil ve destek olarak Allah sana kâfidir.» (Ahzab: 48)

 

HİLMİYET

15- Hz.Aişe radıyallahu anha Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti.

– Muhakkak Allah bütün işlerde yumuşaklığı sever.

İZAHI: Beş-on kişilik bir grup yahudi  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna gelmiş ve “Esselamü Aleyküm” diye selam verecekleri yerde «Es-sâmü aleyküm» yani «Ölüm üzerinize olsun» demişlerdi. Yahudilerin sözünü anlayan Hz.Aişe radıyallahu anha, «Ölüm ve Allah’ın lâneti sizin üzerinize olsun» diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Ya Aişe, sakin ol. Allah bütün işlerde yumuşaklığı sever» buyurdu. Hz.Aişe radıyallahu anha da: «Ya Rasûlallah! Dediklerini işitmedin mi?» deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi  ve sellem: «Ben de “Ve aleyküm” “Sizin üzerinize olsun” dedim» buyurdu.

Yahudilerin bu durumu ve münafıkların hâli Mücadele Sûresi’nin sekizinci ayetinde şöyle anlatılıyor: «Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve peygambere karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah’ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azab etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası.»

Yahudileri çok iyi tanımak gerekir. Onlar nerede bir birlik ve huzur görseler, onun düşmanıdırlar.Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmak onların en belirgin vasıflarıdır. İslâm’ın en azılı düşmanı ve Allah’ın lânetlediği bir millettir.

«Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi, putlara ve batıl (tanrılar)’a iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için “Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır” di-yorlar. Bunlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.» (Nisa: 51-52)

Dikkat buyurulsun. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ve müslümanlara karşı bitmeyen bir kinle dolu, her fırsatta fitne ve fesat çıkaran ve Rasûlullah’a karşı haşin ve kaba davranışlar sergileyen Yahudiler’e karşı bile, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mülayemetle hareket ediyor. Onlara sert davranmıyor ve ümmetine şu tasiyelerde bulunuyor:«Kim yumuşaklıktan mahrum olursa, iyilikten de mahrum olur.»(Müslim) «Allah refik (yumuşak)’tir ve yumuşaklığı sever. Sertlik ve katılıkta vermediği şeyi, yumuşaklıkta verir.» (Müslim) Görülüyor ki rıfk ile muamele övülmüştür. Rıfkın, zıddı şiddet ve sertliktir. Bu ise öfke ve kabalığın neticesidir ki, ehl-i hikmet: «Ahmaklığın başı hiddet, kumandanı öfkedir» demişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Yumuşaklıktan nasibi verilen kimseye, dünya ve ahiretten  nasibi verilmiş demektir. Yumuşaklık nasibinden mahrum olan kimse ise, dünya ve ahiret nasibinden mahrum olmuştur.» (Müsned)

«Ya Aişe! Yumuşaklığa yapış, çünkü yumuşaklık girdiği her şeyi süsler. Yumuşaklık bir şeyden alınınca, o şey çirkin hâle gelir» (Müslim) buyurmuştur.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «O vakit Allah’tan rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen (farz-ı muhâl) kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et. İşler hususunda onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.» (Al-i İmran: 159)

Ancak bazı yerlerde yumuşaklık asla caiz değildir. Bu gibi yerlerde sertlik göstermemek ve aşırı derecede yumuşaklık göstermek mezmumdur. Bu dereceye düşen kimselere HAMİYETSİZ denir. Allah için, şiddet göstermek, din düşmanlarına karşı hiddetlenmek, Allah’ın hükmünü uygularken gevşek davranmamak müslümanın vasfıdır.

«Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir.» (Tevbe: 73)

«Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın. Ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Biliniz ki Allah muttakîlerle beraberdir.» (Tevbe:123)

«Zina eden kadın ve zina eden erkekten herbirine yüz sopa vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini tatbik hususunda sakın sizi acıma duygusu kaplamasın. Mü’minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.» (Nur: 2)

«Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler…» (Fetih: 29)

 

HADDİ AŞANLAR

16- Abdullah radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etti.

– Taşkınlar helak olmuştur. Bunu üç defa söyledi.

İZAHI: Söz ve harekette haddi aşıp, taşkınlık yapmak, evveliyetle o sözü konuşana ve o fiili işleyene zarar verir. Şayet bu kişi bir fikri veya bir cemaati temsil ediyorsa, temsil ettiği dava ve cemaat de zarar görür. İslâm dini, taşkınlık ve aşırılığın her çeşidini men etmiş, müslümanlardan vakur, ciddî ve mutedil olmalarını istemiştir. «O hâlde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. O sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir. Zâlimlere meyletmeyin. Aksi hâlde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.» (Hud: 112-113)

Müfrit ve aşırı kişiler, İslâm ile insanlar arasına çekilmiş kapkara bir perde, müslümanların birlik ve beraberliği ve İslâm kardeşliği üzerine çökmüş, kopkoyu bir sis gibidirler. Ve aynı zamanda İslâm’ın anlaşılıp yayılmasına mânidirler. İslâm dini, değil İslâmî esaslara ve İslâm ahlâkına aykırı aşırılıkları, ibadet hususunda bile aşırı gitmeyi tasvip etmemiştir.

«Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik» (Taha: 2)

«Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli görürse oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa, tutmadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun. ALLAH SİZE KOLAYLIK DİLER, ZORLUK DİLEMEZ. O sayıyı tamamlamanızı size doğru yolu gösterdiği için, Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.» (Bakara: 185)

Enes bin Malik radıyallahu anhin rivayetine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin ibadetinden sormak için üç kişilik bir cemaat (Hz.Ali, Abdullah bin Amr ve Osman bin Ma’zun -radıyallahu anhüm-) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zevcelerinden bazısının evlerine geldiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ibadeti kendilerine haber verilince:

– Rasûlullah kim, biz kimiz. O’nun gelmiş geçmiş günahları mağfiret olunmuştur, dediler ve onlardan biri:

– Geceleri hep namaz kılacak ve hiç uyumayacağım, dedi. Diğeri de şöyle konuştu:

– Ben (bayram günlerinden başka) seneyi oruçla geçireceğim, hiç iftar etmiyeceğim. Üçüncüsü de:

– Ben de kadınlardan (ayrı) bir yere çekilecek ve hiç evlenmiyeceğim, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara doğru geldi ve şöyle buyurdu.

– Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz olsun, Allah’a andolsun ki ben, sizin Allah’tan en fazla korkan ve en muttakîniz bulunan bir kimseyim. Fakat ben oruç tutar (arada) iftar da ederim. (Geceleri) namaz kılar ve yatar, uyurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.» (Buharî-Müslim)

İbadetlerde itidali emreden İslâm, elbette, diğer hususlardaki ayrılık ve taşkınlıklara da asla müsaade etmez. Aşırı ve taşkınlık yapan kişiler asla istikrar bulmazlar, bir ifrattan başka bir ifrata, bir aşırılıktan başka bir aşırılığa düçar olurlar.

Fethi Yeken, “Davet Yolunda Dökülenler” adlı kitabında şu hâdiseyi anlatır:

-1950’li yıllarda, İslâmî harekete biri aşırı ve hiçbir şeyde normal tavrı ve yumuşaklığı affetmeyen, diğeri bazı konularda gevşek ve yumuşak olan iki kardeş katıldı. İkisi arasında yerli yersiz konuşma ve sataşmaların ardı arası kesilmiyordu. Öyle ki bir gün birbirlerini lânetliyerek bana geldiler. Aşırı olan, şu kardeşim var ya münafığın biridir. Kendisine haddin uygulanması gerekir, dedi. O’na niçin? dedim. O, “Bugün sabah namazını güneş doğduktan sonra kılmış” dedi. Ben de: “Bu durum aranızda böyle bir anlaşmazlığın ve kavganın çıkmasını gerektirir mi? Bu kardeşinin fiilinin, münafıkların fiili olduğunu söyleyen herhangi bir âlim, fakih var mı? Allah’tan kork. Aşırı gidenlerden olma. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yolu üzerinde ol. Sünnetine bak, araştır. Yoksa helak olanlardan olursun” dedim. Ama ne yazık ki bu adam, kibirlenerek, inatla bu nasihatı reddetti. Sonra kendini beğenip haddi aştı ve yalnız kendini hidayet üzere, dışındakileri de dalalette görüp durdu. Bu hâli üzerinden henüz uzun bir süre geçmeden sakalını kesti. Oyun ve hilesi ile, onu imanından eden, dininden çıkaran bir komşu kızına aşık oldu. Bu olaydan sonra da helâli helâl, haramı haram olarak tanımayan bir sosyalist olup çıktı.» İşte aşırılığın kötü sonu. Allah Teâlâ’dan dünyada da, ukbada da âfiyet ve iyilik diler, her türlü aşırılık ve taşkınlıktan yüce dergahına sığınırız.

 

HİCRET VE CİHAD

17- Abdullah ibn Abbas radıyallahu anhüma Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti.

– (Mekke) fethinden sonra hicret yoktur. Lakin cihad ve niyyet vardır. Cihada çıkmanız (devlet reisince) istendiği zaman cihada çıkınız.

İZAHI: Hicret Allah rızası için, din uğrunda kendi yurdunu terkederek bir İslâm beldesine göç etmektir. Mekkeli müslümanlar için Mekke fethine kadar, Medine’ye hicret farzdı. Mekke fethedilince bu farziyet kalktı. Mevzûmuz olan hadis-i şerifte bu hususa işaret etmektedir. Hicretin farz kılınması, müslümanların Medine’de toplanarak güçlenmesi ve böylece düşmanların saldırılarına karşı İslâm’ı müdafaa etmeleri, bir de müslümanların dinlerini muhafaza edip, imanlarının gereğini yerine getirebilmeleri sebebine  istinad ediyordu. Çünkü Mekke müşriklerinin zulüm ve işkenceleri had safhaya ulaşmıştı. Gücü yeten bütün müslümanlar akın akın Medine’ye hicret ettiler. Hatta, hasta, ihtiyar ve hicret imkanı olmayan muhtaçlar (ki bunlara hicret farz değildi) bile hicret için can atıyorlar ve fırsat gözlüyorlardı. Cündeb ibni Amre çok yaşlı ve hasta bir zattı. Çocuklarına kendisini bir sal üzerine koyarak omuzlarına alıp Medine’ye götürmelerini söyledi. Çocukları babalarını omuzlayıp Mekke dışında bir mahâl olan Ten’im’e kadar götürdüler. Ten’im’de ölüm işaretleri belirince sağ elini, sol eli üzerine koyarak: «Ey Rabbim! Şu elim senin, diğer elim de Rasûlün içindir. Rasûlün neye beyat ettiyse ben de onun beyat ettiği ahkâma beyat ettim» dedi ve vefat etti. Bunun üzerine: «Allah yolunda hicret eden kimse gidecek çok yer ve bolluk bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda HİCRET EDEREK evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.» (Nisa: 100) ayeti nazil oldu. Şu ayet-i kerime de, Allah yolunda hicret edenlerin üstün derecelerine ve faziletlerine  işaret etmektedir: «İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.» (Tevbe: 20)

Mekke fethinden sonra, farziyetin kalkması, hicretin tamamen nesh edildiği manasına gelmez. Hicretin şartları avdet ederse, hicret vecibesi de avdet eder. Meselâ, dar’ul harbde ve İslâm’ı yaşama imkanı olmayan bir yerde bulunan müslümana, dinini muhafaza edebileceği ve İslâm’ı yaşayabileceği bir İslâm beldesine hicret etmesi gerekir. Keza, düşmanlardan korunmak, kâfirlerle cihad etmek ve müslümanların güçlenmesi için bir beldede toplanmaları gerekiyorsa, o beldeye hicret etmek de vacip olur.

Allah yolunda cihad ve İslâm için hayırlı hizmetlerde bulunmaya ve gerekirse hicret, cihad ve hatta şehadete hazır olmaya niyyet etmek ise, müslüman için her zaman ve her şartta yapması gereken vazifeleri cümlesindendir.

Cihad, lügatta, meşakkat, elden gelen güç ve kuvveti sarfetmek demektir. Şeriatta ise: Allah adını yüceltmek ve İslâm’ı hâkim kılmak için, İslâm düşmanları ile savaşmaktır. Düşmanın tasallutu, müslümanlardan bir kısmı tarafından defedilirse cihad farz-ı kifaye, defedilemez ise farz-ı ayın olur. Cihad farz-ı ayın olunca da, evlat babasından, kadın kocasından, borçlu alacaklısından izin almadan cihada çıkabilir. Aksi takdirde yani cihad farz-ı kifaye olunca izin almaları gerekir. Ayrıca mevzûmuz olan hadis-i şerifte «Devlet reisi cihada çıkmanızı istediği zaman cihada çıkınız.» ifadesinde de açıkça belirtildiği gibi, şayet devlet reisi bütün müslümanları cihada davet ederse, o zaman da cihada çıkmak farz-ı ayn olur.

«Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası kötü bir varış yeridir.» (Tevbe: 73) Müslümanlar cihada çıkamaz ve cihad imkanı bulamazsa, Allah yolunda cihada hâlisane niyyet etmelidirler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem: «Kim gaza ve cihad etmeksizin ve kendi kendine “Keşke ben de mücahidlerden olsaydım” demeksizin vefat ederse münafıklıktan bir şube üzerine ölmüş olur» buyurmuştur. (Müslim) Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem «Mü’minin niyyeti amelinden hayırlıdır» buyurarak gücü yettiğinde muhakkak yapacağı hâlis niyyetin yüksek derecesine işaret buyurmuştur. Hatta müslüman sadece hicret, cihad ve benzeri hayırlı amellerle beraber Allah’tan şehit olmayı da istemelidir. Çünkü şehâdet peygamberlikten sonra en büyük rütbedir. «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.» (Al-i imran: 169-170)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır. «Allah katında, şehid için altı haslet vardır: Dökülen ilk kanı ile beraber günahları bağışlanır. Cennetteki mevkii kendine gösterilir. Kabir azabından korunur. En büyük korkudan emin olur, kendisine iman elbisesi giydirilir, huriliyn (denilen cennet hurileri) ile evlendirilir ve akrabalarından yetmiş müslüman hakkında şefaat etmesi kabul olunur.» (İbn-i Mace)

Deniz şehidi, kara şehidinden daha faziletlidir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hususa şu hadis-i şerifle işaret buyurmaktadır:

«Deniz şehidi, (sevap bakımından) iki kara şehidinin mislidir. Ve deniz savaşında başı dönen gazi, kara savaşında kanı içinde kıvranan kimse gibidir. Denizin iki dalgası arasındaki mesafe(yi kateden gazi) de, Allah’a ibadet yolunda, dünyayı bir baştan bir başa kateden kimse gibidir. Şüphesiz Allah (azze ve celle) ruhları almak görevini ölüm meleği Azrail’e vermiştir. Ancak deniz şehidini bu hükmün dışında tutmuştur. Çünkü deniz şehidinin ruhlarını bizzat Allah alır ve Allah, kara şehidinin borçları hariç bütün günahlarını bağışlar. Deniz şehidinin ise bütün günahları ile beraber borçlarını da bağışlar.» (İbn-i Mace)

 

FİTNELER

18- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti.

– Karanlık gecenin (zifiri ) karanlıklarına benzeyen fitneler zuhur etmeden amellere şitab edin. (O fitneler zuhur ettiğinde) Kişi mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak yahut mü’min olarak akşamlayacak kâfir olarak sabahlayacak, dinini bir dünya metaı  mukabilinde satacaktır.

İZAH: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vukû bulacak bir çok fitneden ve onun tehlikelerinden (bir mucize olarak) zaman zaman ümmetini uyarmış ve o günler gelip çatmadan hayırlı hizmetler ve sâlih amellere teşvik etmiştir.

Hz. Osman radıyallahu anhın şehadetinden zamanımıza kadar, Sebeiye, Gâliye, Gulatı Şia, Karamita, Nusayriye, Hâkimiye, İsmailiyye, Keysaniye, Gurabiye, Bahailik, Kadıyanilik, Cengizhan ve Hülagu fitnesi gibi birçok siyasî ve itikadî fitneler ve birçok yalancı peygamberler zuhur etmiş ve nice insanlar bu fitneler sebebi ile helak olup gitmişlerdir.

Zamanımızda ise, tağutî düzenlerin benimsenerek ümmetin başsız kalması ve İslâm birliğinin yok olması ile başlayan fitne-ler, müslümanlar arasında ateist fikirlerin sosyalizm ve ırkçılık gibi sakim düşüncelerin revaç bulması ve koyu bir dinî cehâletin yaşanmasına  sebeb olmuştur. Bugün kadın hakları safsatası ile kadınlar bir meta’ ve şehvetlerin tatmin aracı hâline getirilerek kadınlık özellikleri kaybolmuş, insan hakları ise her türlü din dışı, ahlâk dışı kötülüklerin yapılabileceği şeklinde anlaşılıp anlatılmış, içki, kumar, fuhuş, fâiz bizzat devlet eliyle yapılmaya başlanmış, diğer taraftan ise İslâmî düşünce ve yaşantı yasaklanarak suç sayılmış ve İslâm, hayattan tamamen tecrid edilmeye  çalışılmıştır. Basın yayın ve tv. yolu ile yapılan din, ahlâk, örf ve âdet dışı yayınların tahribatı da korkunç boyutlara ulaşmıştır.

İlkokuldan üniversiteye kadar yapılan eğitim ve öğretim ise başlı başına bir felâkettir. Yavrularımız dinî duygulardan mahrum ve hattâ dine karşı yetiştirilmekte, gençlerimize şahsiyet kazandıracak yerde, kendine güveni olmayan, tarihine düşman, müslümanlığından habersiz ve batının kokuşmuş maddeci düzenlerine heveskâr bir mukallid olarak yetiştirilmektedir.  Bütün bunlar İslâm milletinin üzerinde kara bulutlar hâlinde dolaşan, belâ ve musibetler yağdıran korkunç fitnelerdir.

İşte bu fitneler karanlık gecelerin zifiri karanlıklarına benzemekte ve böyle gecelerde nasıl ki şekiller ve renkler birbirlerinden  farkedilemez ise, fitnelerin karmaşası içerisinde kişiler, iman ile küfür, hak ile batıl, iyi ile kötü sınırlarını farkedemeyerek bazen iman sınırına bazen küfür sınırına girip çıkacaklardır. Allahümmahfaznâ.

Zamanımızda,

– Şeriatı bir tehlike olarak görenleri,

– Nice haramları helâl ve helâlleri haram kabul edenleri,

– İslâm’ın yasak ettiği birçok hukukî, ticarî  muameleleri helâl sayanları,

– Çok az bir çıkar, bir makam karşılığında inancından olanları,

– İslâm dışı tağutî düzenleri putlaştıranları ibretle düşünün ve artık insanlar nasıl, müslüman olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşamlıyor veya müslüman olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlıyor ve dinini az bir dünya metaına karşılık nasıl satıyor anlayınız.

Fitnelerin bu derece yaygınlaştığı ve korkunçlaştığı bir zamanda; dinimizi, nefsimizi, neslimizi muhafaza edebilmek için de Kur’an ve Sünnet ölçüsünde hareket eden bir İslâm cemaatına dahil olup sebat etmek şarttır. Aksi takdirde bu fitnelerin içinde farkında olmadan her şeyimizi kaybedebiliriz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «Ümmetimden daima Allahın emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlayanların ve muhâliflerinin zarar veremiyeceği bir ümmet varolmakta devam edecektir. Ta Allah’ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar, onlar hep bu doğru yol üzerinde sabit kalacaklardır.» buyurmaktadır. (Buharî)

 

VEFASIZIN AKIBETİ

19- Abdullah radıyallahu anh, Nebi sallallahu aleyhi ve sel-lemden şöyle rivayet etti.

– Kıyamet gününde her vefasız için bir sancak (dikilecek.) Bu fülanın vefâsızlığıdır, denilecektir.

İZAHI: Ahde vefâ dindendir. Vefâsızlık edip ahdini bozmak ise şiddetle haram kılınmıştır. Herhangi bir şeyi yapmak için söz verip de o şeyi yapmayan kişiye “Gâdir, vefâsız” denir. Vefâsızlık ise münafıklık alâmetlerindendir.

Verdiği sözü yerine getirmeyip vefâsızlık yapan kişiler için pazar yerlerine sancaklar dikerek onları teşhir etmek eski arap adetlerinden imiş.

Ahdinde vefâsız olanlar, ahdini bozanlar dünyada iken münafıklık alameti taşıyarak müslümanlar nazarında itibarlarını kaybedip rüsvay olacakları gibi, hadis-i şerifte işaret edildiği gibi, kıyamet gününde de teşhir edilecekler ve rüsvay olacaklardır. Ve bu gibilere Allah Teâlâ’nın lâneti vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar… İşte lânet onlar içindir ve kötü yurt (cehennem) onlar içindir.» (Ra’d: 25)

Ahde vefâ hususunda dikkat göstermek ve canı pahasına da olsa ahdini bozmamak imanın kemaline delalet eder. Çünkü ahde vefâ kâmil mü’minlerin işidir. Vefâsız olanlar, dönek tabiatlı, yalancı ve şahsiyeti zayıf kişilerdir. Bu kötü vasıflı kişilerle, ciddi işler, kan ve can istiyen davalar yürütülemez. Şurası kati olarak bilinmelidir ki ahdini bozanlar ancak kendi aleyhlerine bozmuş olurlar, yukarda da işaret edildiği gibi sonları dünyada da, ahirette de rüsvaylıktır.

«Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.» (Maide: 1)

«Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın.Şüphesiz Allah yapacağınız şeyleri pek iyi bilir.» (Nahl: 91)

«Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.» (Fetih: 10)

«… Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.» (İsra: 34)

Her şeyin bozulduğu, nefis, şahsî görüş ve menfaatlerin ön plâna çıkarıldığı zamanımızda kişiler, söz vermenin ve ahde vefânın dinî bir vecibe ve müslümanların en belirgin vasıflarından biri olduğu hakikatını kavrayamamanın perişanlığını sergilemektedir. Verilen sözün bir akit ve akti bozmanın da münafıklık olduğu çok iyi bilinmelidir. Ben müslümanım diyen bir kişi, şeriat nazarında mâzur olacak bir sebep olmadan verdiği sözü asla bozamaz, ahde vefâsızlık edemez. Aksi takdirde ehli nifaktan olur.

Bu hususta, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

«Dört şey kimde bulunursa o, hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, bir şey söylediği zaman yalan söyler, ahitleşince sözünde durmaz, (bir kimse ile) hasımlaşınca haktan ayrılır.» (Müslim)

 

İMANIN ŞUBELERİ

20- Ebu Hureyre radıyallahu anh Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

– İman yetmiş küsûr şubedir. Ve haya da imandan bir şubedir.

İZAHI: İmanın aslı, kâlb ile tasdik ve dil ile ikrardır. İmanın kemâli ise âmâli sâlihaya devam etmek ve masiyetlerden ictinab ederek, ahlâk-ı Muhammedî ile tehalluk etmekle gerçekleşir.

Bedreddin Aynî bu hadisin şerhinde: «İmanın itikada ait otuz, dilin amellerine ait yedi ve azaların amellerine ait kırk olmak üzere tamamının yetmişyedi şube olduğunu» izah etmektedir.

İmam-ı Azam “Fıkh-ı Ekber”de imanın esaslarını şöyle ifade eder: «Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak, mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inandım.»  Böylece inanan herkes mü’mindir. Ancak bu imanını, âmâli sâliha ile kuvvetlendirip kemâle erdirmesi gerekir. Sürekli mâsiyet işleyen, isyan ve tuğyan içinde bulunan, hayır adına bir şey yapmayan bir kişi, (hafazanallah) zamanla imanını zâyî etmek gibi korkunç bir bâdireye sürüklenebilir. İman bir nurdur, bir ışıktır. Amâl-i sâliha ise bu nur ve ışığı muhafaza eden bir fanus mesabesindedir.

Hadis-i şerifte geçen, “Hayâ imandandır” ifadesinden maksat, “Hayâ imanın kemâlindendir” demektir.

Evet hayâ imanın hakikatından değil kemâlindendir. Bir şeyin kemâlinin bulunmaması o şeyin yokluğunu gerektirmez.

Hayâ, utanmak, ar, nâmus manalarına gelir. Dine, ahlâka aykırı bir işten dolayı kalbin darlanması ve sıkıntılanması demektir.

İbn-i Salâh: «Hayâ kötülüklerden ve hukukta kusurdan meneden bir huydur» der.

Cüneydi Bağdadi de: «Allah’ın nimetlerini ve kulluk babında yapılan kusurları görerek bunların arasında meydana gelen hâle hayâ denir» demektedir.  Hayâ mü’minin zinetidir. Hayâsızlık ve utanmazlık ise mezmum ve çok çirkin bir huydur. Hayâ, gevşeklik ile başına buyrukluk ortasında Muhammedî bir ahlâktır. Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh «Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem perdesinin arkasındaki bâkire kızdan daha utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şey gördüğü vakit o hâli yüzünden anlardık» der. (Müslim)

Hayânın ifratı gevşeklik, tefriti ise başına buyruk olmaktır. Gevşeklik çirkindir. Çünkü kulluk vazifesini ihmale ve terke ve birçok hayırlı işleri yapmamaya sebeb olur. Başına buyruk olup, itaatten çıkarak nefis ve hevâya uymanın kötülüğü ise aşikârdır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Hayânın hepsi hayırdır.» (Müslim) buyurmaktadır. Demek oluyor ki imanı taklitten, tahkike ve kemâle erdirmek her mü’min için bir vecibedir. Kemâle ermiş mü’minlerin vasıfları ise, Kur’an ve sünnette şöyle anlatılıyor:

“Mü’minler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rab’ları katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.» (Enfal: 2,3,4)

«Gerçek mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki na-mazlarında huşû’ içindedirler. Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekat vazifelerini yerine getirirler. Ve onlar ki iffetlerini korurlar.» (Mü’minun: 1-5)

«Yine onlar ki emanetlerine ve akitlerine riayet ederler. Ve onlar ki namazlarına devam ederler.» (Mü’minun: 8,9)

«İman edip amel-i sâlih işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.» (Beyyine: 7)

Abdullah ibn-i Abbas radıyallahu anhüma Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Bir kulda beş haslet bulunmadıkça imanını kemâle erdirmiş olmaz:

1- Allah’a tevekkül.

2- Allah’a tevfîzi umur.

3- Allah’ın emrine teslimiyet.

4- Allah’ın kazasına rıza.

5- Allah’ın imtihanına sabır.»

Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek de imandan ve imanın kemâlindendir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Bir kimse, Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için men ederse imanını kemâle erdirmiş olur.»

Abdullah ibn-i Mes’ud radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet eder:

«Benden önce Allah’ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emro-lunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkır. İşte kim bunlara karşı eli ile mücadele ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahede ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur.» (Müslim)

Ebu Hureyre radıyallahu anh de şöyle bir rivayette bulunur: «Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olmazsınız. Ben size bir şey göstereyim mi onu yaparsanız sevişirsiniz. Aranızda selamı yayın.» (Müslim)

 

ERKEKLERİN KADINLARA BENZEMESİ

21- İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle dediği rivayet olundu:

– Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, erkeklerden kadınlara benzeyenlere ve kadınlardan erkeklere benziyenlere lânet etti.

İZAHI: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kadınlara benzeyen erkeklere ve erkeklere benzeyen kadınlara lânet etmesi, yaratılışa aykırı bu fiilin  ne kadar çirkin ve mezmum olduğuna delâlet eder. Bu benzeyiş ister elbise, süs, boya ve sûrette olsun ve isterse ses,  konuşma,  yürümek ve oturmak gibi diğer hususlarda olsun müsavîdir ve mezmumdur.

Hadis-i şerifte zikredilen lânet, isteyerek ve kendini zorlayarak kadına veya erkeğe benzemeye çalışanlar içindir. Doğuştan kadınlara benzerlikleri olanlar ise bu lânetin dışındadırlar. Meselâ bazı kişiler doğuştan sesleri ve bir kısım davranışları ile kadına benzerler. Bu gibi kişiler eğitimle bu benzerliklerini değiştirmeye çalışmalıdırlar. Şayet değiştiremezler ise bir vebal yoktur. İlimde, güzel ahlâkta ve hayırlı amellerde kadınların erkeklere ve erkeklerin kadınlara benzemeye çalışmaları ise övgüye layık ve Allah indinde makbul bir ameldir. «Mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar birbirinin dostları ve yardımcılarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar…» (Tevbe: 71)

Allah Teâlâ kadın ve erkeği ayrı ayrı özelliklerde yaratmış ve bu yaratılışlarına münasip olan vazifeler tahmil etmiştir. O bakımdan kadın kadın olarak ve erkek de erkek olarak kendi vazife alanlarında ve yaratılışlarına uygun sahalarda kalmak sûreti ile şahsiyet kazanmış ve saygınlık elde etmiş olurlar. Aksi takdirde kendilerini gülünç duruma düşürür, itibar ve saygınlıklarını yitirirler.

Maalesef zamanımızda bir çok kadın ve erkek, değil birbirlerini giyim ve kuşamda, konuşmak ve yürümekte ve diğer hareketlerde taklit edip benzemeyi, işi cinsiyet değiştirmeye kadar vardırmışlardır.

Bugün ameliyatla kadın olan erkeklerin veya erkekleşen kadınların sayısı küçümsenemiyecek rakamlara ulaşmıştır.

İslâm’dan uzaklaşan, manevîyatını kaybeden, ruhî bunalımlarla çalkalanan cemiyetimiz ne hâle geldi düşünelim. Düşünelim de Rahmet Peygamberi’nin 1400 küsur yıl ötelerden ümmetini uyaran diriltici sesine kulak verelim.

«Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabb’in onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.» (En’am: 132)

Hadis-i şerif bazı durumlarda lânet etmenin cevazına delildir. Lânetlemek Allah’ın rahmetinden kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Belli bir müslümanı kesin bir dille lanetlemek caiz değildir. Ancak kâfir ve zâlimleri ve lânete müstehak olan kimseleri umumi vasıflarla tel’in etmek caizdir.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, fâiz yiyen ve yedirene, kâtip ve şahidine, rüşvet veren ve alanlara, içki imal eden, satan, alan, içen ve içkiden elde ettiği parayı yiyenlere, ana-babasına lânet okuyanlara, vücûduna döğme yaptıranlara, zekât vermeyenlere, birinci kocasına varmak için hülle yapan kadınlara, meşru bir sebeb olmadan kocasını darıltan kadınlara v.b. lânet etmiştir.

Önüne gelen herkese lânet okumak, hayvanı ve eşyayı lânetlemek ise caiz değildir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Mü’mine lânet okumak onu öldürmek gibidir.» (Buharî-Müslim)

«Şüphe yok ki lânet ediciler, kıyamet günü ne şahit olurlar ne de şefaatçi.» (Müslim)

«Mü’min, sövüp yerici, lânet edici, hayasızca konuşucu ve edepsiz değildir.» (Tirmizi) buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:

«Kul bir şeye lânet ettiği zaman o lânet göğe yükselir, fakat göklerin kapıları ona kapatılır. Tekrar yere inmek ister, yerin kapıları da ona kapatılır. Bunun üzerine sağa sola sapmaya başlar, bir mercii bulamayınca (eğer lânet edilen buna müstahak ise) lânet edilene döner.  Değilse lânet edene döner.» (Ebu Davud)

 

İKİ YÜZLÜLÜK

22- Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlemiş.

– Şüphesiz insanların en kötüsü şunlara bir yüzle, bunlara da bir yüzle gelen iki yüzlü kimsedir.

İZAHI: İki yüzlülük bir nifak olayı, şahsiyetsizlik ve yalancılıktır. İki yüzlü kimseler, her taifeye onları  memnun edecek sözler söylerler. Hayırda olsun şerde olsun ayırdetmeden onlarla beraber olurlar. Bu hareket ise bir müdahenedir ve haramdır. Halbuki müslümanlar hayırlara destek, şerlere köstek olmakla mükelleftir.

«Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız…» (Al-i İmran: 110)

«… İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.» (Maide: 2)

İki yüzlü kimse ise, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmak şöyle dursun, dalkavukluk yaptığı kişiye yaptığı kötülüklerde söz ve davranışları ile yardımcı olur. Onun kötülük üzere devam etmesinde bir nevi öncülük yapar. Birbirlerine zıt düşünce sahiplerinin hangisinin yanına varırsa varsın onu tasdik eder. Onlardan birisi bir şeye kara diyorsa o da onlara uyarak kara der. Diğerinin yanına varınca da daha önce kara denilen şeye şayet bunlar beyaz diyorsa o da beyaz der. Hatta onların arasında düşmanlıklara fitne ve fesata sebeb olacak söz ve davranışlarda da bulunur.

İşte, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gibi kimseleri insanların en şerirleri olarak tavsif etmiştir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Dünyada iki yüzlü olanın kıyamet günü ateşten iki dili olur.» (Buharî-Müslim) buyurarak bu gibilerin kötü akibetini haber vermektedir.

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır.

«Kıyamet gününde insanların en şerlisi olarak şunlara başka bir sözle, diğerlerine başka bir sözle giden iki yüzlü kimseleri bulacaksın.» (Buharî-Müslim)

Maalesef bugün iki  yüzlülük devleti idare edenlerden tutun da cemiyetin tabanına kadar yaygınlaşmış ve asrın en müzmin hastalığı hâline gelmiştir. Ve her geçen gün İslâm ahlâk ve faziletinden uzaklaşan, menfaatını ön plana çıkararak madde esaretinde dejenere olan toplumumuz, iki yüzlülüğe ve iki yüzlülere uygun bir zemin oluşturmakta ve cemiyette itimat yok olup, toplum düzeni bozulmaktadır.

 

RİYA

23- Cündeb el-Alakî radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti.

– Her kim (yaptığını) işittirirse, Allah o kimseyi işittirir ve her kim riya yaparsa, Allah da onun iç yüzünü açığa çıkarır.

İZAHI: Riya ve sum’a aynı manaya gelir. Yani ahiret ameli ile dünya menfaatını ummak veya amelini işittirip ve göstererek bir takım söz ve hareketlerde bulunmak yahut hiçbir sebeb yokken herhangi bir amelini insanlara bildirmektir. Riya bazen o kadar gizli olur ki sahibi bile farkına varamaz. O bakımdan bu hususta çok dikkatli olmalı sürekli olarak nefislerimizi kontrol altında bulundurmalıyız.

Hadis-i şerifte geçen, Allah’ın işittirmesi ve göstermesi ifadelerine şu manalar verilmiştir:

1- Bir kimse bir işi, başkaları işitsinler de takdir etsinler diye yaparsa, Allah Teâlâ da kıyamet gününde onun bu hâlini mahşer halkına işittirir ve kendisini rezil rüsvay eder.

2- Bir kimse yaptığı bir amelle, insanların işitmesini ve görmesini kastederse, Allah da o ameli insanlara işittirir ve gösterir. Ve o amelden kazancı da yalnız insanların takdiri olur. Allah indinde hiçbir sevap kazanamaz.

3- Bir kimse yaptığı hayrı başkalarına duyurmak ve göstermek için yaparsa, Allah onun fenâlıklarını insanlara duyurur. Gösteriş için kulluk yaparsa Allah da onun kötülüklerini halka gösterir.

Allah celle celaluhu içinde riya ve sum’a bulunan ameli kabul etmez. «Ey iman edenler! Malını gösteriş için hayra veren, gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Sağnak hâlinde yağan yağmur isabet ederse, onu sert kaya hâline getiriverir. (Toprağı gider kaya kalır.) Yaptıklarını bu şekilde, Allah için yapmayanlar kazandıklarından hiçbir şeyi tutmaya muktedir olamazlar. Allah nankör topluluğa doğru yolu göstermez!» (Bakara: 264)

«Yazıklar olsun! Mürailikle namazlarını yanlış olarak (veya yanlış yere) kılanlara.» (Mâun: 4, 5, 6)

Kudsî bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: «Allah Tebareke ve Teâlâ buyurdu: Ben ortakların şirkten en gani olanıyım. Kim bir amel işler de, o amelde benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım.» (Müslim)

Yani: «Benim hiçbir ortağa ihtiyacım yoktur. Bir kimse bir şeyi hem benim için hem başkası için yaparsa ben o ameli kabul etmem» demektir.

Riya ve sum’a ile yapılan ameller, Allah’a şirk  koşmaya benzediğinden şiddetle men edilmiştir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Sizin hakkınızda korktuklarımın  en korkuncu küçük şirktir. Ashab, «Küçük şirk nedir ya Rasûlallah?» dediler. Buyurdu ki: «Riyadır. Allah Teâlâ kıyamet gününde kulların amellerine karşılıklarını verdiği vakit onlara, dünyada mürailik ettiğiniz kimselere gidiniz, bakınız bakalım, onların yanında mükafat bulacak mısınız?» der. (Beyhaki)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gösteriş için savaşıp ölen, ilim öğrenen ve sadaka verenlerin kötü akibetlerini şu hadi-s-i şerifte haber vererek bütün müslümanları ikaz buyuruyor. Halbuki Allah yolunda şehit olmak, ilim öğrenmek ve Allah yo-lunda mal harcamak ne büyük amel ve meziyet olduğu hâlde riya karıştığı zaman hiçbir değeri kalmıyor. Hadis-i şerif şöyle: «Kıyamet gününde aleyhine hükmolunacak halkın birincisi, şehid edilen bir adam olacaktır. O kimse (huzur-u ilahiyeye) getirilir. Allah ona verdiği nimetleri birbir anlatır. O da bunları bilir (ve hatırlar) Cenab-ı Hakk:

– Bu nimetlerin arasında ne yaptın? buyurur. Kul:

– Senin rızan uğrunda savaştım ve nihayet şehit düştüm, der. Cenab-ı Hakk:

– Yalan söylüyorsun. Fakat sen (hakkında) kahraman denilsin diye savaştın. Bu söz de söylendi. Sonra Allah emreder de yüzüstü sürüklenerek ateşe atılır.

İlim öğrenmiş (başkalarına da) öğretmiş ve Kur’an okumuş bir kimse (huzur-u ilahiyeye) getirilir. Cenab-ı Hakk ona da verdiği nimetlerini (tek tek) anlatır. O da bunları anlar. Allah:

– Bu nimetlerin (içinde) bulunurken ne işledin? buyurur. O:

– Senin rızan uğrunda ilim öğrendim ve onu (başkalarına da) öğrettim ve Kur’an-ı Kerim okudum, der. Cenab-ı Hakk:

– Yalan söylüyorsun. Lakin sen o ilmi sana bilgin kimse denilmesi için öğrendin. Kur’an-ı Kerimi de (iyi bir) okuyucu denilmesi için okudun. Bu söz de söylenmiştir. Sonra Cenab-ı Hakk emreder de yüzüstü sürüklenerek ateşe atılır.

Allah kendisine geniş (çapta zenginlik) ve her sınıf maldan verdiği diğer bir kimse de getirilir. Allah buna da (verdiği) nimetleri (ayrı ayrı) anlatır. O kimse de bu nimetleri bilir. (Hatırlar) Allah Teâlâ:

– Bu nimetlerin arasında bulunurken ne (gibi hayırlı) iş yaptın? buyurur. Kul:

– Sevdiğin yollardan rızan için harcamadık bir iş bırakmadım, der. Cenab-ı Hakk:

– Yalan söylüyorsun. Fakat sen  bunları sana “Cömert” denilmesi için yaptın. Bu söz de söylendi. Sonra Cenab-ı Hakk emreder bu kimse de yüzüstü sürüklenerek ateşe atılır.» (Müslim)

İmam Gazalî riyânın sebeblerini üç bölümde toplamıştır:

1- Emin bir kimse olarak tanınıp bir makam ve mevkiye yerleşmek, çok büyük maddî imkanlar elde edeceği bir imkana sahip olmak. Yahut gayesi bir kötülük irtikap etmek olduğu hâlde takva sahibi olduğunu telkin etmek için yapılan riyakârlık.

Bu çeşit riyâ, Allah’a taat kötülüklere merdiven yapıldığı için riyâların en kötüsüdür.

2- Başkalarına kötülük etmek veya kötü amellerde bulunmak kastıyla değil de, bir kısım dünya menfaatı elde etmek için yapılan riyâdır. Bu da birinciye göre hafif olmakla beraber mezmumdur.

3- Ne mal ve makam ve ne de bir dünya zevki için değil de kendisine sâlih, zâhid kişi denilsin diye yapılan riyadır. Bu sebebten bu gibi kişiler de yaptıkları hayırları ve ibadetleri diğer insanlara duyurup göstermek isterler.

Riyânın ilacı ihlastır. İhlas: Yapılan her işi, amel ve ibadeti yalnız Allah’ın rızasını gözeterek samimiyetle yapmaktır.

İhlasın meyvesi ihsandır. İhsan: «Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen onu göremiyorsan da o seni görüyor.»

 

KİŞİYE YETEN GÜNAH

24- Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin’in şöyle buyurduğunu söyledi:

– Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak kâfidir.

İZAHI: İnsan, konuşup, sohbet ettiği, düşüp kalktığı, alış-veriş yaptığı veya çeşitli sebeplerle beraber bulunduğu kimselerden birçok şey işitir. Bu işittiği şeyler doğru olabileceği gibi yalan yanlış ve hatta iftiraya kadar varan haberler de olabilir. Onun için kişinin her işittiğini, hiç araştırmadan, tahlil etmeden aktarması caiz değildir. Çünkü işittikleri arasında yalan söz ve haberler varsa, onları başkasına aktarmakla kendisi de yalan söylemiş olur. Yalan söylemek ise haramdır.

Yalan: Bir şeyin hakikatının hilafını haber vermek demektir.

Diğer bir husus da şudur. İşittiğini aynen muhafaza edebilen insan çok azdır. Onun için pek çok insan, işittiklerini naklederken kendisinden de bir şeyler ilâve ederler. Ve bu ilâve ettikleri sözlerle de haberin aslını değiştirebilir, yalan haberlerin yayılmasına ve fitneye sebep olabilirler. Her işitilen sözü anlatmak mahzurlu olduğu gibi, her işitilen habere göre hareket etmek de doğru değildir. Her iki hâlde de işitilen haberin doğru olup olmadığını araştırmak gerekir. Aksi takdirde  tamiri mümkün olmayan kötü neticeler zuhur edebilir. Bu hususta Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Bir fasık size haber getirdiği zaman onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat/6)

Kişinin duyduğu veya okuduğu anlaşılması güç veya müteşâbih olan sözleri nakletmesi de uygun değildir. Çünkü bu gibi sözler de yanlış anlaşılmalara veya muhatabın o sözü yalanlamasına dolayısıyla da fitne ve fesada düşmesine yol açılabilir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İnsanlara akıllarının kavrayacağı şekilde konuşun.” buyurmaktadır.

Bilhassa âlim, amir, gibi söyledikleri delil gösterilecek ko-numda olanlar, herkesin anlayabileceği açıklık ve netlikte konuşmalıdırlar.

Hadis-i şerifte, “Bir adam işittiği şeylerin bazısından dilini tutamadıkça kendisine uyulabilecek bir imam olmaz.” (Müslim) buyurulmuştur.

Bir kısım cahil softalar da menkıbelerde okudukları veya bazı kişilerden işittikleri ŞATAHAT kabilinden sözleri konuşmayı, anlatmayı bir şey zanneder ve tasavvuf neşesini bu gibi anlaşılmaz ve zahiri şeriat’a tamamen zıt şeylerde ararlar. Bu hâl ne kadar yanlış ve bir kısım insanların tasavvufa karşı tavır almalarına sebep olduğundan dolayı, ne büyük bir vebaldir. Bu gibi kişilere Ahmet er-Rufâi hazretlerinin tavsiyelerini beraberce okuyalım: “Asrımız ricâlinden bir kardeşimizin şöyle söylediğini duydum. “Kilise kapısında belime zünnar bağladım ve dedim ki hamiyetli fakih’den intikamımı alın.” Güya o, bu sözü ile başka mânâlar murad etmiş. Her ne hâl ise, ben sizi böyle lakırdılardan uzak durmaya çağırıyorum. Bize, bu sözün sahibi hakkında hüsn-ü zan gerekir. Ancak âdâb-ı din ve hakka riayet bundan da önemli ve lüzumludur. Biz manastır kapısında zünnar bağlamak şöyle dursun, kapısının önünden bile geçmeyiz. Fâkihin de elini, ayağını öper, dinî mâlumatı ondan talep ederiz. Bu sözün sahibi birtakım maksatlarını bu sözlerde gizledi. Keşke öyle maksatları olmayaydı da, gizlemek zorunda kalmayaydı. Böyle diyeceğine şöyle dese daha iyi olurdu: “Şeriat kapısında zünnâr-ı çözdüm. İç dünyamı şer-i ilâhî ile temizledim. Kilise de, zünnâr da dalâletten başka bir şey değildir. Cenab-ı Bâri’ye açılan kapı ancak “Şeriat kapısıdır.” Evet, ehli muhabbetin istiğrak hâli kâlblerine tesir eder, akıllarını başlarından alıp deli ve sarhoş gibi konuşturur. Kanları kaynayarak cezbeye tutulurlar. Böylelerini Allah’a havale edin. Başka yapılacak bir şey yoktur. Ancak siz, habl-i metin olan Şeriat’a sımsıkı sarılın. Zira Şeriat’a sarılan ebediyyen dalâlete düşmez. Yukarıda şairin söylediği sözler ve benzerleri, tahdis-i nimet sınırını aşan ŞATHİYYET nev’inden lâkırdılardır. Rabb’ına karşı şathiyyet söyleyen ise helâda uyuyup rüyasında kendisini saltanat koltuğunda oturuyor gören adamın hâline benzer. Uyandığı zaman bulunduğu yeri farkedince utanır ve yüzü kızarır. Cezbeyle ŞATHİYYET söyleyen de aynen böyledir. Aklı başına gelince söylediklerinden hicap duyar. Siz Allah’dan korkun. Hudûd-u ilâhiyeyi çiğnemeyin. Sünnet-i seniyyeye sarılın.”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Âdemoğlu sabahladığı zaman bütün azaları dile ta’zim ederek derler ki: Bizim hakkımızda Allah’dan kork biz sana bağlıyız. Sen doğru olursan biz de istikamette oluruz. Sen eğilirsen biz de eğiliriz.”

 

HİDAYETE DAVET DALÂLETE DAVET

25- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söyledi:

– Hidayete, hakka davet eden kimse için, hakka tâbi olanların ecirleri mislince ecir vardır. Tâbi olanların ecrinden de hiçbir şey eksilmez. Dalâlete davet eden kimse için de, dalâlete tâbi olanların günahları mislince günah vardır. Tâbi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.»

İZAHI: İnsanları İslâm’a davet etmek, onların Kur’an hakikatları ile tanışmasına vesile olacak tebliğatta bulunmak, İslâm’ı bilen her müslümanın yapması gereken çok mühim bir vazifedir. Bu ulvî vazifeyi büyük bir ihlas ve samimiyetle yerine getirenler için ise, sayılamıyacak derecede ecir ve mükâfat vardır. Hadis-i şerif bu müjdeyi vermektedir. Sapıklığa ve kötülüğe çağırmak ve öncülük etmek ise dünya ve ukbada mahrumiyete ve azaba düçar olmaktır ve gazab-ı ilahiyeyi celbetmeye vesiledir.

Zamanımızda şer cephesi, her türlü vasıtayı kullanarak, insanlarımızı ve özellikle gençliği dalalet ve sapıklığa çağırmakta, teşvik etmekte ve onları İslâm’dan uzaklaştırmak, Kur’an nurundan mahrum bırakmak için bütün imkanlarını seferber ederek, küfür, şirk ve nifak ateşini körüklemekte ve İslâm binasını yakıp yok etmek için durmadan, dinlenmeden çalışmaktadır. Bu durumda, biz müslümanlara büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu sorumluluğumuzu yerine getirebilmenin ilk şartı, İslâm’ı bilen, yaşayan ve davet metoduna vâkıf gerçek davetçiler yetiştirmektir. Davetçi, İslâm edep ve ahlâkının canlı bir örneğini sergilemeli ve bir ilim adamında ve bir mürebbîde bulunması gereken ihlas, takva, ilim, hilim ve mes’uliyet şuuru ile muttasıf olmalıdır. Çünkü ihlasla yapılmayan, takva ile yaşanılmayan, esasları bilinmeyen, yumuşaklıkla tebliğ edilmeyen ve mes’uliyet şuuruna ulaşılmayan bir davet istenilen neticeyi vermediği gibi, telâfisi çok güç, kötü sonuçlar da doğurabilir.

Din şu üç temel üzerine kurulmuştur:

1- İman

2- İslâm

3- İhsan

İman kâlb işidir ve bu hususta kâlb itminan noktasına ulaşmalıdır. İslâm, imanımızın gereği olan, ahkam-ı ilahiyeyi, ahlâk-ı Muhammediye’yi vücud ikliminde ve aktar-ı âlemde hâkim kılmak ve kulluğumuzu takva derecesine yükseltmektir. İhsan ise kalbin itminanı ve kulluğun takvası neticesinde ulaşılan doruk noktadır. Yani hayatı kapsayan bütün işlerde Allah’ı görür gibi hareket etmektir. Bu hâl ise: «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.» (Hadid: 4)

«Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.» (Kaf: 16)

«Allah onları (mü’minleri) sever, onlar da Allah’ı sever» (Maide: 54) ayet-i kerimelerinde işaret edilen yakîn derecesine ulaşılarak, nefsin karanlığından kurtulup, vahyin aydınlığında Rabbi zülcelale vasıl olmakla mümkündür. İşte İslâm davetçisi bu yakîn derecesine yükselir ve İslâm’ın canlı bir örneğini sergilerse, yaptığı davetten hayırlı ve bereketli neticeler tahsil edebilir.

Onun için İslâm davetçisi şu hususlara çok itina göstermelidir.

1- Şahsında İslâm’ı tam mânâsı ile yaşamaya gayret etmelidir. «Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.» (Saf: 2-3) Yaptığı İslâmî davete nefsî arzularını, şahsî düşüncelerini karıştırmamalı ve insanları sadece Allah’a ve onun nizamına davet etmelidir.

“İnsanları Allah’a davet eden ve sâlih ameller işleyen  ve “ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim var.» (Fussilet: 33)

İslâm’a davet hususunda çalışacak kişinin İslâm’ın hakikatı ile boyanması ve İslâm hakikatını iyi kavraması gerekir.

«De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirim, ölümüm hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabb’ı Allah’ındır. Ben böylece emrolundum. Ben müslüman olanların ilkiyim.» (En’am: 162)

Davetçi kalben mutmain olmalı ve davetin bir cihad ve bir ibadet olduğu şuuruna ulaşmalıdır.

«Bilesiniz ki vücutta bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün ceset düzelir ve o bozulduğunda cesetin tamamı bozulur. Bilesiniz ki o kâlbtir.»

Görülüyor ki, iman, ihlas ve niyetin makarrı olan kâlb itminan bulmaz, kötü düşünce ve masivâdan temizlenmezse hiçbir amel makbûliyet derecesine yükselemez. Davetçi bu meseleyi halletmeden hiçbir meseleyi halledemez.

2- İslâm’a davet edenler bir İslâmî hareket veya cemaatın mensubu ise, daveti öncelikle kendi mensubu bulunduğu toplumun içinde yapmalı ve o toplumun İslâmî hakikatları kavrayıp yaşamalarını sağlamaya çalışmalıdır. . Müslümanlar şunu çok iyi bir şekilde bilmelidir ki, İslâm’ı güçleri yettiği kadar kendi aralarında hâkim kılmadıkları ve bunu gerçekleştirmek için çaba göstermedikleri müddetçe davalarında sâdık değillerdir. Bu gibi-ler kendilerini iyi kontrol etsinler, göreceklerdir ki yaptıkları işte Allah rızası yerine nefsî arzuları ve indî görüşleri önplana çıkmıştır.

Maalesef bugün, bir kısım müslümanlar, «biz konuşalım başkaları yapsın» anlayışıyla iş değil laf üretiyor, diğer taraftan yaptıkları İslâm dışı hareketleri binbir tevil ve zorlamalarla mazur gösteriyor, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi hareket etmeyen müslümanları itham ediyor, suçluyor ve çeşitli yöntemlerle tesirsiz hâle getirmeye çalışıyorlar.

Tecrübeler şunu göstermiştir ki: Bu gibi kişiler İslâmî hareketin güvesidirler. Hiçbir zaman risk altına girmezler. Çileye hiç gelmezler. Tembel ve nefislerinin zebûnudurlar. Köşe-bucak, yalan-yanlış laf üretmek ve dedikodu ile meşguldürler. Mesuliyetten ve iş yapmaktan kaçarlar, fakat her işin başında gözükmek isterler.

İslâm daveti komple bir harekettir. Bir cihad ve bir ibadettir. O bakımdan İslâmî cemaat ve hareketler kendi iç davetini tamamlamadan daha geniş boyutlu hareketlerde istenilen neticeye ulaşamazlar.

3- İslâm davetçisi, İslâm davet metodunu çok iyi bilmeli ve İslâm’ın edep ve ahlâkı ile ahlâklanmalı ve yukarıda zikredilen ihlas, takva, ilim, hilim ve mes’uliyet şuuru ile muttasıf olmalıdır. «(Ey Muhammed!) Rabb’ının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabb’ın kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. Ve o hidayete erenleri de en iyi bilendir.» (Nahl: 125)

«Fir’avn’a gidin. Çünkü o azdı. Ona yumuşak tatlı dille konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.» (Taha: 43-44)

Ve İslâm davetçisi şu hususu asla unutmamalıdır. Hidayete erdirici olan sadece Allahu Teâlâ’dır.

«(Rasûlüm) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir.» (Kasas: 56)

«Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.» (Kaf: 45)

Davetçi, muhatabını nefret ettirici, uzaklaştırıcı, kaba ve hoyrat olmamalıdır.

«Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.» (Müslim)

Davetçi muhatabını çok iyi tanımalı ve davete nereden başla-yacağını çok iyi bilmelidir. En son söylenecek sözü daha başında söylememelidir. Yani davet metodundaki tedricîlik prensibine dikkat etmelidir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muaz ibn-i Cebel radıyallahu anhı Yemen’e vâli olarak gönderdi ve ona şöyle buyurdu: “Onları Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma davet et. Eğer bunu kabul edip, itaat ederlerse, günde beş vakit namazın üzerlerine farz kılındığını bildir. Şayet bunu da kabul eder ve itaat ederlerse, zenginlerden alınıp, fakirlere verilmek üzere Allah’ın üzerlerine zekatı farz kıldığını bildir.» (Buharî)

 

İYİ VE KÖTÜ TACİRLER

26- İsmail bin Ubeyd bin Rifaa’dan, Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet edildi:

– Kıyamet günü tacirler, facir olarak ba’s olunurlar. Allah’tan korkan, iyilik eden ve doğru olan müstesna.

İZAHI: İnsanlara muhtaç olmamak, çoluk-çocuğunun geçimini sağlıyacak kadar helâl rızık kazanmak ve dilenmek zilletine düşmemek için çalışmak farzdır.

«Yeryüzüne dağılınız. Allah’ın lütuf ve ihsanını arayınız.» (Cuma: 10)

«Sizden birinizin ipini alıp, sırtında odun taşıması, Allah’ın kendi fazlından ihsan etmiş olduğu bir kimseye gelip -versin veya vermesin- dünyalık bir şeyler istemesinden daha hayırlıdır.» (Buharî-Müslim)

Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahabe-yi kiram ile beraber oturuyorlar idi. Önlerinden güçlü kuvvetli bir gencin çalışmaya gittiğini gördüler ve «Yazık! Eğer gençlik ve kuvvetini Allah yolunda harcasaydı ne güzel olurdu» dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: «Öyle söylemeyiniz! Şayet bu genç küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendi nefsini helâl yoldan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Ama riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.» (Taberani)

Ancak, insanlara şeriatın ahkâmını öğretmek, onlara nasihat etmek, emr-i bi’l ma’ruf ve  nehy-i ani’l münker yapmak için ilim tahsil eden âlimler ve müslümanların idarî işleri ile meşgul olan halife, müfti gibi zevatın ticaretle meşgul olmamaları daha münasiptir. Bu kişilerin geçimleri beytü’lmalden verilecek maaşla sağlanmalıdır. Nitekim Hz.Ebubekir radıyallahu anh halife olunca, sahabe-yi kiram, özellikle Hz.Ömer radıyallahu anh onun ticaretle meşgul olmasını istemediler ve ona beytü’lmalden maaş bağladılar. Bütün işleri ilim öğrenmek ve ibadet etmek olan Ehl-i Soffa ashabının geçimi de beytü’lmalden karşılanıyor ve diğer müslümanlar yardım  ediyorlardı. Eğer böyle olmasaydı Ehl-i Soffa’dan olan Ebu Hureyre radıyallahu anh binlerce hadis-i şerifi bize ulaştıramazdı.

Ticaret ile iştigal edenler:

1- Helâl kazanmak ve doğru olmak.

2- Dünyaya dalıp, ahireti unutmamak.

3- Önce müslümanlara hizmeti, sonra kazancı esas almak,

4- Kazandıklarının fazlasını Allah yolunda sarfetmek.

5- Ticaret yaparken, müslümanları aldatmamak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, fâizle iştigal etmemek.

6- Zenginliğinden dolayı şımarıp ucub ve kibre düşmemek ve yaptığı hayırlara riya karıştırmamak.

7- Yaptığı ticarette ortağı varsa, ona ihanet etmemek, hususlarına riayet eder ve bu şartları yerine getirirlerse makbuliyn ve sıddıkiyn zümresine dahil olurlar.

«Doğruluktan hiç ayrılmayan tacir, kıyamet günü sıddîkler ve şehitler ile beraber haşrolunacaktır.» (H.Ş.)

«Onlar öyle kimseler ki ticaret ve alışverişleri kendilerini Allah’ı zikretmek, namaz kılmak, zekat vermekten alıkoymaz.» (Nur:138)

Yukarıda zikrettiğimiz hususlara dikkat etmeyen bilakis, helâl-haram demeden dünya malı yığan, Allah yolunda bir habbe harcamayan, fâizle iştigal eden, haksız kazanç peşinde koşan, müslümanları aldatan, dünya ve mal sevgisi ve hırsı ile ahiretini unutan tacirler ise, dünyada fısk ve fücur üzere oldukları gibi mevzûmuz olan hadis-i şerifte zikredildiği gibi, ahirette de facir olarak haşrolunacaklardır.

«Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hâllerine ki, onlar insanlardan aldıkları zaman tam ölçerler, insanlara vermek üzere ölçüp tarttıkları zaman hilekârlık ederler.» (Mutaffifin: 2-3)

«Evet vallahi, hayır vallahi! şeklinde yemin eden tâcire yazıklar olsun! Yarın, yarından sonra gibi sözlerle müşteriyi oyalayan sanatkârlara da yazıklar olsun!» (Deylemî)

«Alan ve satan her ikisi de doğru söyler, nasihatta kusur etmezlerse alış-verişleri bereketlenir. Her ikisi de gizler, yalan söylerse alış-verişlerinin bereketi kaldırılır.» (Buharî-Müslim)

«Birbirlerine hainlik etmedikleri müddetçe Allah’ın kudret ve himayesi ortaklarla beraberdir. Birbirlerine hiyanette bulundukları zaman Allah’ın himayesi kalkar.» (Ebu Davud)

Tacirler ve bütün müslümanlar, gerek alacakları, gerekse borçları hususunda da suhûlet ve dikkat göstermelidirler. Maalesef zamanımızdaki müslümanların pek çoğu, alacakları hususunda çok katı ve sert davranırken, borçları hususunda aşırı derecede ağır davranmakta, böylece müslümanlar arasındaki itimat ve yardımlaşma büyük ölçüde baltalanmaktadır. Bu gibi kardeşlere şu iki hadis-i şerifi çok çok okuyup tefekkür etmelerini tavsiye ederim.

«Her kim  belli bir zamana kadar bir miktar dinarı borç verirse, o vâde bitinceye kadar borç verene her gün bir sadaka yazılır. Müddet bitince vâdeyi uzatırsa, bu sefer hergün için borç verene alacağı kadar sadaka yazılır.» (İbn-i Mace)

«Sizin en hayırlınız, borcunu en güzel bir şekilde ödeyendir.» (Buharî-Müslim)

İmkanı olduğu hâlde, borcunu zamanında ödemeyen, “bugün git, yarın gel” diye alacaklısını oyalayan, onu sıkıntıya sokan bir borçlu din kardeşine zulmetmiş, hele para değerinin her gün hızla düştüğü zamanımızda, kardeşinin hakkını gasbetmiş, böylece harama ve günaha dalmış olur.

«Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür.» (Buharî-Müslim)

Yalnız Allah rızası için ihtiyacı olan kişilere borç vermenin faziletine şu ayet-i kerimeler işaret etmektedir.

«Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir. Ve ayrıca ona çok değerli bir mükafatı vardır.» (Hadid: 11)

«Eğer Allah’a içten gelen istekle ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir. Ama ceza vermekte acele etmeyendir.» (Teğabün: 17)

Allah’a ödünç vermekten maksat, ihtiyacı olan kişilere yalnız Allah rızası için borç vermektir.

 

GADAPLI İKEN HÜKMETMEYİN

27- Ebu Bekre radıyallahu anh,  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken işittim diye rivayet etti:

– Hiçbir hâkim, gazablı olduğu hâlde, iki kişi arasında hüküm vermesin.

İZAHI: Gadab, intikam almak talebi ile kanın galeyan etmesidir. Gadab (Türkçe ifadesi ile öfke) itidal noktasında makbul, ifrat ve tefritinde ise mezmumdur.

Öfkenin tefriti korkaklıktır. Bu hâl dinî meselelerde, iffet ve namus konularında hamiyetsizlik ve gayretsizlik doğurur ki, bir kâlb afeti ve mezmum bir huydur.

İfratı ise tehevvürdür. Bu da sonu düşünülmeden yapılan yersiz atılganlıklar, bir müslümana asla yakışmayan küçültücü, mehabet ve vakarı giderici haddi aşan davranışlarda bulunmaktır. Bu da kötü bir huy, manevî bir hastalıktır.

Gadabın itidali ise cesarettir. Bu güzel huy ise hem akıl hem de şeriat nazarında övülen ve her müslümanda bulunması gereken bir vasıftır.

«İşlerin en hayırlısı vasat, itidal üzere olanıdır.» (Beyhaki)

İnsanlar yaratılışları icabı zaman zaman öfkeye kapılabilirler. Ancak bu öfke dinî bir gayretten ve Allah için değil de, nefisten, şeytandan, kin ve hasetten kaynaklanıyorsa kişiye düşen, nefis ve şeytanı, kin ve hasedini aşarak, onlara mağlup olmayarak öfkesini yutmak, Allah’tan af ve mağfiret dilemektir.

«Rabb’ınız tarafından bir mağfirete, genişliği semavat ve arz kadar olan cennete koşunuz. O cennet ki darlıkta ve bollukta infak eden, kin ve öfkesini yutan, insanları affeden muttakîler için hazırlanmıştır. Allah ihsan ve iyilik edenleri sever.» (Al-i İmran: 133)

Görülüyor ki öfkesini yutan, gadabına mağlup olmayan müslümanlar, muttakîlerdir ve cennet onlar için hazırlanmıştır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bir adam gelerek: «Ya Rasûlallah! Bana bir amel öğret az olsun» dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «Öfkelenme» buyurdu.Ve «Siz yenilmez pehlivanı nasıl tanırsınız?» buyurdu. Ashab:«Pehlivanların yenemediği kimse diye biliriz» dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

«Hayır öyle değil. Gerçekten yenilmeyen pehlivan öfke anında kendine mâlik olandır.» (Buharî)

Öfkeyi giderip atmak için öfkenin sebeplerini bilmek lazımdır. Öfkenin sebebi bilinirse, o sebeplerin telafisi cihetine gidilip böylece tehevvürün kötü neticeleri önlenebilir.

Hırs; mal ve makam sevgisi, irade zaâfiyeti, ucub, kibir, haset gibi manevî hastalıklar gadaba yol açacağı gibi, haksızlık, ihanet, ahde vefâsızlık, inançsızlık, zulüm, yapılan çeşitli günahlar da öfkeye sebep teşkil ederler. Ancak masiyetlere karşı, dinî bir gayretten dolayı öfkelenmek fakat öfkede haddi aşmamak övül-meye değer bir öfkedir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öfkeyi defetmek için şu tavsiyelerde bulunmuştur:

1- Abdest almak

2- İstiaze etmek

3- Öfke hâlindeki vaziyetini değiştirmek

4- Dua etmek.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu husustaki buyrukları şöyledir:

«Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O hâlde sizden biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın.» (Ebu Davud)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzurunda iki kişi çekiştiler, onlardan biri yüzü kıpkırmızı olmuş bir şekilde arkadaşına öfkeleniyordu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: «Ben öyle bir kelime biliyorum ki (şu öfkelenen kimse) onu söylemiş olsaydı hissettiği öfke ondan giderdi. Evet “Eûzübillâhimine’ş-şeytâni’r-racîm” demiş olsaydı hissettiği öfkeden eser kalmazdı.» (Buharî-Müslim)

«Sizden biriniz öfkelendiği zaman, ayakta ise hemen otursun. Böyle yapmakla öfkesi geçerse (ne alâ) değilse uzansın.» (Ebu Davud)

Hz.Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet etti:«Öfkeli bulunduğum bir sırada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdiler, burnumun ucunu tutup ovarak: «Ya Ayşecik! Şöyle dua et buyurdular: Kalbimin öfke ve kinini gider ve beni şeytandan koru.»

Öfkelenen kişi “Eûzü besmele” çekip abdest alır, iki rekat namaz kılar ve yukardaki duayı okursa, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bütün tavsiyelerini yerine getirmiş olur.

İki kişi arasında hüküm vermek demek, onların haklı olanı ile haksız olanını ayırmak ve adaleti tecelli ettirmek demektir. Bunun gerçekleşmesi için de hâkimin hem bedenî ve hem de ruhî yönden sağlıklı olması şarttır. Öfke ise kişinin ruhî dengesini de, bedenî dengesini de bozar. Bu durumda iken vereceği  karar ise sağlıklı olmaz. O bakımdan hâkim, öfkeli iken hüküm vermekten men edilmiştir.

«Hâkimin güvenilir, iffetli, akıl ve düşüncesine itimat edilir, takva ehli, idrak ve anlayış sahibi, Kur’an, sünnet ve fıkıh bilgisi iyi, sabırlı olması gerekir.» (İbn-i Abidin)

 

MAZLUMUN BEDDUASI

28- İbn-i Abbas radıyallahu anhden rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muaz radıyallahu anhı Yemen’e gönderirken şöyle buyurdu:

– Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o dua ile Allah arasında perde yoktur.

İZAHI: Zulmün her çeşidi haram kılınmıştır. Zâlime yardımcı olmak da zulümdür. Müslümanlar, her zaman mazlumun yanında zâlime karşı tavır almakla mükelleftir.

«Siz zâlimlere meyletmeyin ki size ateş yapışmasın. Halbuki Allah’tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binaenaleyh zâlimlere meylederseniz, hiç kimse tarafından yardım olunmazsınız.» (Hud: 113)

Süfyan-ı Sevri’ye, “Ölmek üzere bulunan bir zâlime su ve-rilir mi verilmez mi?” diye sual ettiler.

-Verilmez, dedi.

– Ölmek üzeredir, dediler.

– Bırak onu, su vermek de ona yardım hususuna girer, dedi.

Düşünmek ve tefekkür etmek gerekir. Ölmek üzere olan bir zâlime su vermek dahi ona yardım etmek mânâsına gelirse, basit bir dünya menfaati, makam ve mevkii için zâlimlere yaltakçılık yapmak, onların yalan yanlış sözlerini tasdik etmek, zulümlerine ses çıkarmamak hatta yardımcı olmak ne büyük bir zulüm ve ne aşağılık bir davranış olur.

En büyük zulüm; küfür ve şirktir. Çünkü bu Kur’anî hakikatları yalanlamak, yaratıcısına karşı isyan ve tuğyan etmek, onun verdiği nimetlere nankörlük yapmaktır.

«… Muhakkak şirk büyük bir zulümdür.»(Lokman:13)

«İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.» (Saf: 7)

Allah’ın ahkâmını gözardı ederek, Allah’ın hükmüne rağmen, beşerî sistemlerin, tağutî düzenlerin ahkamıyla hükmetmek de zulümdür.

«… Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.» (Maide: 45) Eğer, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, Allah’ın hükmünü inkâr ediyorlarsa kâfir olurlar. Fakat Allah’ın ahkâmına inanıyor da bir zorlama neticesi veya nefis ve hevâsına uyarak başka türlü hüküm veriyorsa zâlimlerden olmakla beraber kâfir olmaz.

«Zulümden sakınınız. Zira zulüm kıyamet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacaktır.)» (Müslim)

Bir müslümanın malına, canına, namusuna, maddî ve manevî her türlü hukukuna tasallut etmek, mazlumlara yardım elini uzatmaktan imtina etmek de bir zulümdür.

Zulme uğrayan, kâfirlere esir düşen veya kâfirlerle savaş hâlinde olan müslümanlara yardımcı olmak, onları zâlimlerin zulmünden kurtarmak için bütün imkanları seferber etmek ise her müslüman için bir müslümanlık ve kardeşlik borcudur.

«(Onlar) Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirlerine yardım ederler.» (Şûra: 39)

Müslümana iftira etmek, şahsiyetini rencide edici söz ve davranışlarda bulunmak ve aleyhinde konuşulan, hakkı zâyî edilen bir yerde onu gıyabında müdafaa etmemek de zulümdür.

«Müslüman, müslümanların dilinden, elinden selâmette olduğu kimsedir.» (Buharî-Müslim)

Hükümdarlara, devlet ricâline yakın olmak ve ellerinde bulunan dünya nimetlerinden faydalanmak için onların yalan yanlış sözlerini doğrulamak, zulümlerine bil fiil veya sükut ederek yardımcı olmak da zulümdür.

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Kab bin Ucre radıyallahu anhe yaptığı hitabı beraberce okuyalım:

«Ya Ka’b! Seni, benden sonra gelecek olan hükümdarlardan Allah’a sığındırırım. Kim onların kapısına gelir, dedikleri yalanları doğrular ve zulümlerine karşı onlara yardımda bulunursa, benden değildir. Ben de ondan değilim. Havuzuma da gelmeyecektir. Ama hükümdarların kapısına gitsin, gitmesin onların yalanını doğru kabul etmeyen ve zulümlerine karşı onlara yardımda bulunmayan kimse bendendir. Ben de ondanım, o benim havzıma gelecektir.» (Tirmizi)

İdarecilerin fesadı, ilim adamlarının fesadındandır. Şayet ilim adamları, devlet ricaline riyakârlıkla yaltakçılık yapmayıp, hiç korkmadan doğruları söyleseler, o zaman devleti idare edenler de zulme ve kötülüğe cür’et edemezler böylece mazlumların ah-u figanı sona ererdi.

«Cihadın en üstünü, zâlim bir hükümdarın yanında hak sözü söylemektir.»(Ebu Davud)

«Şehidlerin efendisi, büyüğü Hamza’dır. Ve bir de hükümdarın önünde durup da, ona iyilikle emrettiği ve kötülükten nehyettiği için öldürülen kişidir.» (Hâkim)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zulme karşı çıkmayan, mazlumun yanında yer almayan, kötülüklere karşı tavır takınmayan nemelazımcı kavimlerin ve âlimlerin kötü akibetlerini şöyle haber veriyor:

«İsrailoğulları günah ve isyana düşünce, âlimleri onları menetmeye çalıştı. Fakat onlar vazgeçmediler. Âlimleri de onların oturdukları meclislerde oturdular, onlarla beraber yediler, içtiler. Cenab-ı Allah da bu sebeble onların kâlblerini birbirine vurdu ve onları Davud aleyhisselam ve Meryem oğlu İsa aleyhisselamın diliyle lânetledi. (Şüphesiz ki Allah’ın onlara böyle yapması da onların isyan etmesinden ve meşru olan sınırları aşmalarından olmuştu.) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dizleri üzerine kalkıp devamla buyurdu ki: «Nefsimi kudret elinde tutan Zatı Bâri’ye yemin ederim ki, onları haksızlık ve zulümden men edip, batıldan hakka meylettirmediğiniz müddetçe siz de bu lânetten kurtulamazsınız.» (Tirmizi)

Zâlimler şu hususu çok iyi bilmelidirler ki, zulüm ile payidar olmak mümkün değildir. Akibet dünyada zillet ve perişanlık, ahirette ise azap üzerine azaptır.

«Allah zâlime (bir müddet) mühlet verir. Onu yakaladığı zaman da felâh vermez.» (Buharî-Müslim)

Müslümana gereken, kendisini her türlü zulüm, haksızlık, azgınlık, taşkınlık ve kötülüklerden uzak tutmak, bütün işlerinde Allah’ın rızasını talep edip takva üzere amel ederek, adalet ve iyilikle muamele etmektir.

«Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.» (Nah: 90)

Görülüyor ki zulüm ve haksızlık en büyük günahtır. İnsanların haklarına tecavüzdür. Allah Teâlâ mazlumun yanında ve onun yardımcısıdır. Mazlum ile Allah celle celâlûhu arasında perdeler kalkmış ve onun duaları doğrudan doğruya Allah’ın katına yükselmiş olacağından duası süratle ve anında kabul olunur.

Ebu Hüreyre radıyallahu anhden rivayet olunan bir hadis-i şerifte: «Üç dua vardır ki müstecabtır: (Onlar) oruçlunun duası, misafirin duası ve mazlumun duasıdır» buyrulmaktadır.

 

BÜYÜĞE SAYGI KÜÇÜĞE SEVGİ

29- Enes bin Mâlik radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– Kim küçüklerimize merhamet etmez, büyüklerimize tazim etmezse bizden değildir.

İZAHI: İlim ve yaşça büyük, takva ve ahlâkça üstün olanlara tazim etmek, küçük çocuklara merhamet etmek, onlara yardımcı olmak, İslâm ahlâk ve adabındandır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem oturduğu meclislerde ilim ehline ve kavmin büyüğüne en yakınında yer gösterir ve “İnsanlara mevkilerine göre muamele ediniz» (Ebu Davud) buyururlardı. Hatta namazda ilim ve hilm ehlinin en yakınına durmalarını isterlerdi. “Safları düz tutun, eğri-büğrü yapmayınız. Sonra kâlbleriniz (deki maksat ve düşünceler) muhtelif olur. İçinizden hilm ve akıl sahibi olgun kimseler bana yakın dursun, daha sonra bunlara yakın olanlar daha sonra bunlara yakın bulunanlar dursunlar» (Müslim) buyururlardı.

Yaşlı, hasta kadın ve erkekleri ziyaret eder, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını giderirlerdi. Süt annesi Halime, Hz. Ali kerremallahu vechehunun annesi Fatıma, Ümmü Eymen, Ensar ve Muhacirînin büyüklerini ziyaret etmek adetlerindendi. Bu husustaki buyruklarından bir kısmı şöyledir:

«Ak saçlı müslümana, haddi tecavüz etmeyen ve içindeki hükümlerle amel etmekten uzaklaşmayan Kur’an hafızına ve adil hükümdara ikram yüce Allah’ı tazimdir.» (Ebu Davud)

«Bir genç yaşlılığından dolayı bir ihtiyara ikram ederse, Allah da o gence, ihtiyarın yaşına geldiğinde, kendine ikram edecek bir kimse takdir eder.» (Tirmizi)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin çocuklara karşı sonsuz bir şefkat ve merhameti vardı. Karşılaştığı zaman onlara selam verir, başlarını okşar, bilhassa kimsesiz yetim çocuklara, zayıf müslümanlara ayrı bir ilgi ve itina gösterirler, onları şefkat ve muhabbetle kucaklar, eğitim ve öğretimleri ile ilgilenir, küçük yaştan itibaren iyi bir müslüman olmaları için gerekeni yaparlardı.

Ebu Hafs Ömer şöyle rivayet etmiştir:

«Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin himayesinde bir çocuk idim. Elim çanağın etrafında dolaşıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah bana şöyle hitap etti: “Ey çocuk! Besmele çek. Sağ elinle ve önünden ye” buyurdu. Bu tenbihten sonra, bu tarzda yiyişim devam etti.» (Buharî-Müslim)

Anne, baba ve hoca, büyükler arasında tazimde evveliyeti olan kişilerdir. Anne ve baba, sebeb-i hayatımız; hoca da, sebeb-i ilim ve irfanımızdır. Onlara tazim ve itaat etmek, onların emir ve tavsiyelerine uymak, onları incitecek söz ve davranışlardan sakınmak bir vecibedir.

Mevzûmuz olan hadis-i şerifte geçen “bizden değildir” ifadesinden maksat; bizim yolumuzda, bizim sünnetimiz üzere değildir demektir.

 

LİVATA

30- Cabir bin Abdillah’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu demiştir.

– Ümmetim için en çok korktuğum şeylerden birisi de Lût kavminin amelini yapmasıdır.

İZAHI: Livata denilen homoseksüellik tarihte ilk defa Lût aleyhisselamın kavmi arasında zuhur ettiğinden bu kötü amele “Lût kavminin ameli” denilmiştir. Nitekim bu hususa Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret edilmektedir: «Lut’u da gönderdik. O kavmine demişti ki: Gerçekten  siz daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.» (Ankebut: 28)

Livata, erkeğin erkekle cinsi münasebette bulunmasıdır. Erkeğin kadınla bu çeşit bir cinsel ilişkide bulunması da livatadır. Livata gerek erkekle  ve gerek kadınla yapılsın en büyük günahlardan biridir.

Livata yapan fail ve mef’ula, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre zina haddi uygulanır. Yani bu çirkin fiili irtikap edenler bekâr iseler yüz deynek vurulur. Şayet evli iseler recm olunurlar. İmam-ı  Azam’a göre ise, had vurulmaz. Tazir olunur ve tevbe edinceye kadar hapsolunurlar. Bir kimse bu çirkin fiili kendi hanımına yaparsa had vurulmaz tazir olunur. Abdullah ibn-i Abbas radıyallahu anhümadan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: «Bir erkeğe veya kadına, arkadan yaklaşana Allah nazar etmez» buyurulmuştur.

Livatayı helâl kabul etmek, yapılan bu çirkin fiilin haram olmadığına inanmak küfürdür.

Tağutların ve tağutî düzenlerin hükümran olduğu toplumların nasıl tefessüh ettiği, insanî vasıflardan nasıl soyutlandığı, İslâm’dan ve İslâm’ın âdil idaresinden mahrum ve uzakta kalmanın ne büyük sosyal çalkantılara, ahlâkî çöküntülere sebep olduğuna bakın ki, homoseksüller bu çirkin lânetlenmiş fiili hiç çekinmeden açıktan, pervasızca yaptıkları gibi cadde ve meydanlara taşıp yürüyüşler yaparak, mitingler tertip ediyor, kanunlar önünde hak istiyor, yaptıkları denaetin meşrulaştırılmasını talep ediyorlar.

Onun için Rasûlulullah sallallahu aleyhi ve sellem yüzyıllarca öncesinden ümmetini uyarmış ve «Ümmetim için en çok korktuğum şeylerden birisi de Lût kavminin amelini yapmasıdır» buyurmuştur.

Rabb’ımıza sığınır, bizleri bu ve benzeri denaetlerden muhafaza etmesini niyaz ederiz.

 

RİBA

31- Cabir radıyallahu anhten şöyle rivayet edilmiştir:

– Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ribâyı yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lânet etti ve “onlar müsavidirler” buyurdu.

İZAHI: Ribâ lügatta, bir şeyin çoğalması ve artması demektir. Cinsi ve miktarı bir olan iki şey diğeri ile mübâdele edildiğinde veren veya alan kimselerden bir taraf için kabul edilen ziyade ve fazla olan mala ribâ denir ki, daha sonraları buna fâiz tesmiye olunmuştur.

«Altın ile altın, gümüş ile gümüş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma ve tuz ile tuz misli misline ve birbirine müsavî ve peşin olarak satılır. Bu sınıflar değişti mi peşin olmak şartı ile nasıl isterseniz satınız.» (Müslim)

Bilâli Habeşî “Berni” denilen bir çeşit hurma getirdi de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Bu nereden?» diye sordular.

Bilal: «Hurmadır. Evimizde idi. Bayağıdır(düşük kalitedir). Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme yiyecek olsun diye ben onun iki ölçeğini bir ölçeğe sattım» dedi.

O zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Eyvah! Ribânın ta kendisi! Bunu yapma. Lakin hurma satın alacak oldun mu, onu ayrıca sat. Sonra onun kıymeti ile satın al.» buyurdu. (Müslim)

Cahiliye arap zengin ve reislerinin yegane geçim kaynağı fâiz idi ve o kadar yaygınlaşmıştı ki halkın büyük bir kısmı bu tefecilerin adeta ekonomik yönden köleleri durumuna düşmüşlerdi. O devirde bu zâlim tefecilerin ağına düşen yoksullar, vâdesi gelen borçlarını ödeyemiyeceği vakit, alacaklıya varır ve borcun vâdesini uzattırırdı. Alacaklı olan tefeci de ya ana paraya yeni bir fâiz ilave eder veya ana paraya eski fâizi de zammederek ikisine birden yeni bir fâiz uygulardı. Böylece borçlu öyle bir duruma düşerdi ki, ödemesi gereken fâiz, ana paranın kat kat fevkine yükselirdi.

Zamanımızda uygulanan fâiz muameleleri de cahiliye dönemi fâiz uygulamalarının aynıdır. Zulüm aynı zulümdür, yine ezilen ve sömürülen fakir ve yoksullardır.

Aydın, ilerici, medenî  ve fakirden yana olduklarını söyleyenler gerek fâiz uygulamaları ve gerekse, içki, kumar, zina, rüşvet, çıplaklık ve tüm ahlâk dışı davranışları ile, o cehâlet ve vahşet dönemi ile ne kadar uyum içinde gözükmektedir.

Hem ahlâken hem de iktisaden cemiyetin çökmesine, malın belirli ellerde toplanıp orta tabakanın yok olmasına, yoksulluğun artmasına, böylece toplum içinde zengin-fakir düşmanlığı yapılmasına sebep ve cemiyeti için için kemiren bir mikrop olan fâizin her çeşidi İslâm’da haram kılınmıştır.

«Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hâli (alış-veriş de fâiz gibidir) demelerindendir. Oysa ki Allah ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabb’ından bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar fâize dönerse işte onlar ateşliktir. Orada devamlı kalırlar. Allah fâizi mahveder. Sadakaları çoğaltır. Allah günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.» (Bakara: 275, 276)

«Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, fâiz olarak artan miktarı almayın.» (Bakara: 278)

«Şayet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilan edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçer-seniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.» (Bakara: 279)

Son ayet-i kerimedeki ifadeye dikkat edilsin. Allah ve Rasûlü’nün harb ilan ettiği bir şahıs veya kavim felah bulabilir mi? Onların dünyası da harap, ahireti de haraptır.

İnsanlık âleminin yaşadığı çok acı olaylar, hâlen yaşamakta olduğu bunalımlar, zulüm ve vahşetin sergilendiği utanç verici hâdiseler, İslâmsızlıktan, müslümanların idareden uzaklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü İslâm’ın hâkimiyetinde ve müslümanların iktidarında hiç kimse zulüm yapamaz ve zulme uğramaz.

Bugün yaşanmakta olan fâiz belâsının sebebi de budur. Fâizli bir ekonominin istikrar bulması ve toplumun bütün fertlerine huzur ve refahı yaygınlaştırması mümkün değildir. Yıllarca dünyayı meşgul eden ve milyonlarca insanın görülmemiş işkenceler altında yok olmasına sebep olan komünizm canavarı da fâizci liberal ekonominin bir ürünüdür.

Fâizin ne müthiş bir musibet olduğunu daha iyi anlamak için şu hadis-i şerife nazar edelim:

«Fâiz yetmiş üç babtır. Bunların (günah itibariyle) en ehveni bir kimsenin annesi ile cinsi münasebette bulunması gibidir.» (İbn-i Mace)

Bugün dualarımız kabul olmuyor, yaptığımız ibadetlerde huzur ve huşû bulamıyorsak, bilelim ki bu durum kazançlarımızda bulunan fâiz ve haramdan kaynaklanmaktadır.

Mevzûmuz olan hadis-i şerifte de işaret edildiği gibi sadece fâiz veren değil, fâiz alan, fâiz muamelesini yazan ve şahitlik yapan da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem lisanında lânetlenmiştir. Bu lânetten kurtulmak için sadece fâiz alıp-vermeyi terk etmek yetmiyor. Fâiz muamelesi yapılan müesseselerde de çalışmamak gerekiyor. Bu gibi müslümanlar en kısa zamanda kendisine helâl kazanç sağlayacak bir iş bularak bu günah yuvalarından kurtulmalıdırlar.

 

MAL VE ŞÖHRET HIRSI

32- İbn-i Ka’b bin Mâlik Ensârî’nin babasından rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

– İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp verdiği zarar, mal ve şöhret hırsına kapılan kişinin, dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.

İZAHI: Mal ve şöhret hırsı, kişiyi maddî ve manevî birçok sıkıntılara sürükler ve kâlb huzurunu da bozar. Kişi önceleri hırsını mübah olan yollarla tatmin etmeye çalışsa bile, zaman içerisinde haram yollara da tevessül edebilir. Çünkü hırs öyle bir hastalıktır ki, kanaat gemi ile gemlenmedikçe asla önü alınamaz. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

«Âdemoğlunun iki dere malı olmuş olsa üçüncü bir dere daha ister. Âdemoğlunun karın boşluğunu (içindeki hırsını) topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.» (Buharî-Müslim)

İnsanı başkalarına karşı üstünlük taslamaya ve övünmeye sevkeden her mal ve şöhret, sahibi için bir âfettir.

«İnsan kendisini müstağni ve zengin görünce mutlaka şımarır.» (Alak: 6)

«Mal ve evlat çokluğu ile övünmek sizi oyaladı.» (Tekasür: 1)

Dünya ve dünya malını sevmek, insanı cimriliğe sürükler., Allah yolunda infak edemez ve hatta farz olan zekatını vermekten bile imtinâ eder. “Malım tükenir, fakir olurum” korkusu ve endişesi ile hayatını zehir eder.

«Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir.» (Hadid: 20)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:

«Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır.» (Beyhaki)

«Dünyanın helâli hesap, haramı ateştir.» (Beyhaki)

«Şeytan diyor ki: Mal sahibi üç şeyden biri ile benden selâmete erişemiyecektir.

1-Sabah ve akşam (vesvese verip) onu üzüntüde bırakırım.

2- Malı helâlinden elde etmez ve o malı gerektiği yere sarfetmez.

3- Malı ona öyle sevdiririm ki, o sevgi onu malın hakkını (zekât, sadaka, hacc, hayırlı hizmetlere sarf v.b.) ödemekten meneder.» (Taberani)

«Dünyasını çok seven ahiret yönünden zarar eder. Ahiretini çok seven dünyasına zarar verir. Artık sen bâki kalacak olanı fenâ bulacak olana tercih et. (Yani ahiretini dünyaya tercih et.)» (İmam-ı Ahmed)

«Mal çoğaltanlar helâk oldular. Ancak onu Allah’ın kullarına sarf edenler müstesna. Onlar pek azdır.»(Taberani)

Şöhret düşkünlüğü ve hırs, şöhret sahibi olmak için uğraşmak ve insanların kalbinde yer etmek için onlara hoş görünerek dinin esaslarından tâviz vermek mezmumdur, haramdır. Ancak insanlar arasında şöhret bulmak için değil de, yalnız Allah rızası için Allah yolunda çalışırken itibar görmek, sevilmek ve sayılmak böyle değildir. Çünkü bu hâl, Allah Teâlâ’nın kulların kalbine yerleştirdiği ve isteği olmadan meydana gelen bir durumdur ki bu şöhret mezmum değildir.

İnsanın nefsi, övülmeyi, şöhret bulmayı ve insanlar arasında itibar sahibi olmayı sever ve fakat kötülenmeyi, zem edilmeyi sevmez. İmam Gazalî bu hususta özetle şöyle der: «Şüphesiz seni kötüleyen kimse üç hâlden biri ile muttasıftır. Seni kötüleyen kimse ya söylediklerinde haklıdır. Zira sana söylediklerini sana acıyarak nasihat kastıyla söylemiştir. Yahut sözünde doğrudur. Fakat eza vermeyi kastetmiştir. Veyahutta söylediklerinde yalancıdır. Eğer seni kötüleyenin sözü doğru ve maksadı nasihat ise, o vakit onu kötülemen, o sebeble kin beslemen gerekmez. Bilâkis ona minnettar kalman gerekir. Sana ezâ vermek maksadı ile kötüleyene gelince, zahirde bu, onun tarafından kendi dini hakkında işlenmiş bir cinayetir. Hakikatte ise onun tarafından sana bir nimettir. Bineanaleyh senin faydalandığın onun zarar gördüğü bir söz sebebiyle öfkelenmen yerinde değildir.

Şayet kötülendiğin şey hususunda iftiraya uğramış, sen de olmayan bir ayıpla itham edilmişsen, seni kötüleyen her şahıs iyiliklerini ve sevaplarını sana hediye etmiştir. Ve o kimse dini hakkında cinayet işlemiş, iftira etmek sûretiyle kendini mahvetmiş ve Allah’ın amansız azabına düçar olmuştur. Artık Allah gazabına düçar olmuş birine öfkelenmen ve “Allah’ım onu helâk eyle” demen gerekmez.»

«Size cennet ehlini göstereyim mi? Onlar zayıf, başkaları nazarında değersiz kimselerdir ki bir şey hakkında Allah’a yemin etmiş olsalar, Allah onların yeminini boşa çıkarmaz. Cehennem ehli ise, kibirli, gururlu, kimseyi beğenmeyen, ŞÖHRET DÜŞKÜNÜ kimselerdir.» (Buharî-Müslim)

Görülüyor ki mal sevgisi ve şöhret düşkünlüğü bir müslüman için maneviyatını öldüren bir zehir, amellerini yakan bir ateştir. Allah’a kulluğa, müslümanlara hizmete, Allah yolunda cihada mâni teşkil eden mezmum bir sıfattır.

«Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ı zikirden alıkoymasın. Bunu kim yapıyorsa işte onlar hüsranda olanlardır.» (Münafigûn: 9)

«Ancak sizin mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Ve en büyük ecir Allah’ın yanındadır.» (Teğabun: 15)

Bütün bu izahlardan sonra sakın ola ki, mal sahibi olmak zengin olmak zemmolunuyor sanmayasın. Zemmolunan mal ve zenginlik değildir. Kötülenen mal sevgisi, dünya sevgisi ve şöhret düşkünlüğüdür.

1- Malını helâlinden kazanan.

2- Ticaretle uğraşırken bir müslüman olarak yapması gereken dinî vazifelerini ihmal etmeyen.

3- Kazancının fazlasını, cimrilik yapmayarak Allah yolunda cömertçe ve ihlasla tasadduk eden zenginler, ağniya-i şakirindirler. Böyle zenginlik makbuldür.

Mevzûmuz olan hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir teşbih yaparak mal ve şöhret düşkünü bir kimsenin dinine verdiği zararı, aç iki kurdun bir koyun sürüsüne verdiği zarara benzetmiş, mal ve şöhrete hâris kişinin dini için daha zararlı olduğunu beyan buyurmuştur.

Gözünü kan bürümüş aç iki kurt mâni olunmadığı takdirde bir sürüyü tamamen yok edebilir. İçinden de sadece bir koyun alıp götürür. Artık hâris bir kişinin dinine vereceği zararı buna kıyas ediniz.

 

TAVLA v.b. OYUNLAR

33- Süleyman bin Büreyde babasından naklen, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– Her kim tavla oynarsa, elini domuz eti ve domuz kanıyla boyamış gibi olur.

İZAHI: Hadis-i şerifte geçen “NERDEŞİR” Farsça bir kelimedir. Bu oyun, yani tavla, o zaman İran’da şuyû bulduğu için, İran’da kullanılan adı ile aynen zikredilmiştir.

İbn-i Ferişteh hadis-i şerifte geçen “domuz eti ve kanına eli bulamak” ifadesinden maksadın, domuz eti yemiş gibi olmak mânâsına geldiğini zikretmektedir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tavla oynamayı, haram olan domuz eti yemeye benzettiği için ulemânın ekserisi tavla oynamanın da haram olduğuna kail olmuşlardır. Hanefî mezhebine göre tavla ve satranç oynamak tahrîmen mekruhtur. İmam Şâfii ve İmam Yusuf kumar şeklinde oynanmadığı ve bir vacibi terke sebep olmadığı zaman satranç oynamanın mübah olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik ve İmam Ahmed’e göre ise satranç oynamak haramdır. Gerek tavla ve gerekse satranç, şayet kumar şeklinde velev ki bir bardak çay karşılığında oynansın bütün mezheplere göre ittifakla haramdır.

İnsan ömrü çok kıymetli bir hazinedir ve bu hazine zamandan ibarettir. Müslümanlar olarak yapacağımız bir çok hayırlı işler, ibadet, ilim öğrenmek ve öğretmek, Allah yolunda cihad, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker varken, çok kıymetli bu hayat hazinesini boş ve lüzumsuz şeylerle geçirmek kâmil bir müslümanın işi değildir.

Zamanımızda öyle insanlar var ki bazı işleri mekruhtur diye küçümsemekte ve mekruh olan işleri yapmakta bir beis görmemektedir. Bu gibiler ne büyük bir yanılgı ve gaflet içinde bulunmaktadırlar.

Mekruh, Allah ve Rasûlü’nün kerih gördüğü, hoş karşılamadığı, beğenmediği ve aklın da iyi olarak kabul etmediği şeyler demektir. Mekruh da olsa, günahı küçümsemek ve devamlı yapmak büyük günahtır. Zamanı israf ettiğinden, kumar gibi oynanmasa bile, muhatabına karşı üstün ve galip gelme hırsı verdiği için ne aklen ve de naklen iyi bir iş değildir.

«Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık  (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?

Allah’a itaat edin. Rasûle de itaat edin. Ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki Rasûlünüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir.» (Maide: 90,91,92)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Üç oyundan başka, diğer bütün oyunlar, müslümana haramdır. Bu üç şey, ailesi ile eğlenmesi, atını eğitmesi ve oku ile yarışmasıdır.» (Ebu Davud)

Aile, cemiyet ve devlet düzenini bozan, insana, vazife ve yükümlülüklerini unutturan, ihmal ettiren, nice facialara, kötülüklere sebep olan ve insanlığın faidesi için Allah’ın haram kıldığı içki, kumar ve benzeri bütün haramlardan sakınmalıyız.  Sakınmalıyız ki dünya hayatımızı nizama koyup, ahiretimizi mâmur edelim.

 

MİSVAK KULLANMAK

34-Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti.

– Ümmetime veya insanlara zor gelmese idi, her namazla beraber (dişlerini) misvaklamayı emrederdim.

İZAHI:Misvak, Arabistan’da bulunan ERAK ağacının dallarından yapılır. Zeytin ağacının dallarından da misvak olur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Mübarek zeytin ağacından yapılan misvak ne güzeldir. O hem benim ve hem de benden önceki peygamberlerin misvakıdır.» buyurmuşlardır.

Misvak kullanmanın vacip mi, yoksa sünnet mi olduğunda ulemânın değişik görüşleri olduğu gibi; sünnet olduğunu söyleyenler de, bu sünnet dinin sünneti mi, namazın sünneti mi veya abdestin sünneti mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

İmam-ı Azam misvak kullanmanın dinî sünnetlerden olduğu görüşündedir. Bu duruma göre misvak her zaman, yani dişler sarardığı, ağız kokması olduğu durumlarda, uykudan kalkınca, namaz kılacağı vakit, abdest almadan önce veya abdest esnasında mazmaza yapılırken, Kur’an-ı Kerim veya hadis-i şerif okuyacağı zamanlarda dişleri misvaklamak sünnettir.

Misvakın kullanılışı: Sağ ele alınarak serçe parmağın üstünden geçirilir ve baş parmak ile altından tutularak ağzın sağ tarafından başlayıp genişliğine, dişler üzerine ovalayarak sürülür. Misvak bulamayan, elini güzelce yıkayıp temizledikten sonra, sağ elinin baş parmağını ağzın sağ tarafına ve şehâdet parmağını da sol tarafına koyarak alt ve üst dişleri ovalarsa misvak kullanmış sevabını alır. Dişleri olmayan bir kimse de,diş yerlerini aynı şekilde ovaladığı takdirde sünneti işlemiş olur.

Zamanımızda imal edilen diş fırçaları ve diş macunları dinî yönden mahzurlu olmayan maddelerden yapıldığı takdirde bunlar diş temizliği yapmak  misvak kullanmak yerine geçer, ancak misvak kullanmakta iki sünnet vardır.   1-Bizzat misvak kullanmak,         2- Dişleri temizlemek. Şayet misvaktan başka bir şey ile dişler temizlenirse, birinci sünnet yani bizzat misvak kullanma sünneti terkedilmiş olur.

Kadınlar hakkında ise, sakız çiğnemeleri misvak yerine geçer. Sakız çiğnemek kadınlar için müstehap, erkekler için mekruhtur. Dişler misvaklanırken şu dua okunur:

«Ey Allahım, ağzımı temizle, kalbimi nurlandır, bedenimi temizle, vücudumu ateşe (cehenneme) haram kıl. Ve beni rahmetinle sâlih kullarıyın zümresine ilhak et.»

Misvak kullanmanın fazileti hakkında vârid olan hadis-i şe-riflerden bir kısmı şöyledir:

«Misvak tutunmaya devam ediniz. Çünkü misvakta yirmidört haslet vardır. Bunların en makbülü Allah’ın razı olmasıdır. Hem namazı yetmiş yedi derece katlanır. Misvak, vakit, hâl ve zenginliğe sebep olur. Ağız kokusunu temizler. Diş etlerine zindelik verir, baş ve diş ağrılarını giderir. Yüzü ve dişleri parladığı için melekler kendisi ile musafaha eder.» (Kuşeyrî)

“Misvak ağızın temizliği, Allah’ın rızasıdır.” (İmam Ahmed- İbni Hibban)

«Misvak kullanarak kılınan bir namaz, misvak kullanmadan kılınan bir namazdan yetmiş derece daha faziletlidir.» (İmam Ahmed – Beyhaki)

«Biriniz geceleyin namaz kılmaya kalkarsa misvak kullansın. O namaz kılmaya kalkınca kendisine bir melek gelerek ağzını onun ağzına temas ettirir. Artık o kulun ağzından çıkanlar melâikenin ağzına girer.» (Ebu Nuaym)

 

 

CEMAATLE NAMAZ KILMAK

35- Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümadan rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu .

– Cemaatla kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi derece (daha) faziletlidir.

İZAHI: Hadis-i şerif cemaatla namaz kılmanın faziletine işaret etmektedir. Diğer bazı rivayetlerde 27 derece yerine 25 derece daha faziletli olduğu ifadeleri de mevcuttur. Mühim olan derecelerin sayısı değil, cemaatle namaz kılmanın yalnız başına namaz kılmaktan faziletli olduğunun tebeyyün etmesidir.

Namazı cemaatle kılmak özürsüz olan hür erkeklere vacip kuvvetinde sünnet-i  müekkededir.

Hanefî fukahasına göre sünnet-i müekkede olan cemaatla namaz kılmak, İbni Hüzeyme ile İbni Münzire göre farz-ı ayındır. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel’in bir kavline göre de farz-ı ayındır.

İmam-ı Ahmed’in diğer bir kavline göre ise vaciptir.

Tahavî ve İmam Kerhî’ye göre cemaatla namaz farz-ı kifayedir. İmam Şâfiî’nin muhtar kavli de farz-ı kifaye olduğudur. İmam Malik de hanefîlerde olduğu gibi cemaatle namaz kılmanın sünnet-i müekkede olduğuna kaildir. Ancak İmam  Malik’in farz-ı kifaye olduğunu söylediği de rivayet edilmektedir.

Hanefîlerden bir kısım ulemâya göre de cemaatla namaza devam etmek vaciptir. Nitekim Hidâye şerhinde: “Umumiyetle ulemâmıza göre cemaata devam etmek vaciptir. Ulemâmızdan bazıları da sünnet-i müekkede demişlerdir.” denilmektedir.

Tuhfe adlı eserde de cemaat hakkında şunlar söylenmiştir. «Cemaat ancak zahmetsizce kudreti olanlara vaciptir. Özürle sakıt olur. Binaenaleyh, hasta, âmâ ile kötürüm gibi kimselere cemaate gitmek vacip değildir. Ama bu cevaz âmâ ile kötürüm kendilerini mescide götürecek kimse bulamadıklarına göredir. Ebu Hanife’ye göre bulsalar da hüküm aynıdır. İmameyne göre mescide götürecek kimse bulurlarsa cemaate devam etmeleri vacib olur. Şemsü’l Eimme ile diğer bazı ulemâya göre özürsüz cemaati terk etmek tâzir icab eder. Cemaate gitmeyen kimseye ses çıkarmayan komşuları dahi günahkâr olur. Hatta bazı ulemâdan rivayet olunduğuna göre, cemaatı terk edenin şehadeti kabul olunmaz. Lügat okumakla meşgul olurken cemaate gitmemek özür sayılmamıştır. Fakat FIKHI tekrar veya mütâlaa ederken cemaatten kalan kimse mâzurdur. Bir yer ahâlisi cemaati (devamlı olarak) terk ederlerse onlara karşı silahla harb edilir.»(Sahih-i Müslim Şerhi, A.D.)

Cemaate devam etmemeyi mübah kılan özürler şunlardır :

1- Şiddetli hastalık.

2- Yürüyemiyecek kadar  yaşlı olmak.

3- Kör olmak.

4- Kötürüm olmak.

5- Hizmet etmeye mecbur olduğu ve ayrıldığı zaman zarar görecek bir hasta bulunmak.

6- Haksız yere bir saldırıya uğramaktan korkmak.

7- Şiddetli yağmur  ve çamur bulunmak.

8- Zarar verecek kadar şiddetli soğuk bulunmak.

9- Fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerini öğrenmek veya öğretmekle meşgul olmak.

10- Esir ve köle olmak gibi meşru sebeblerdir.

Cemaate devam etmek istediği hâlde yukarıda sayılan veya benzeri mâkul sebeblerden dolayı cemaate devam etmeyen bir kimse niyetine göre cemaat sevabına kavuşur.

Kadınlara cemaatle namaz kılmak meşru değildir. Kadınların cemaate devam etmeleri kerâhatten sayılmaktadır. Ancak çok yaşlı kadınlar cemaate devam edecek olurlarsa, mescitte kadınlara ayrılan yerlerde namaz kılmalı ve câmiye giriş ve çıkışlarına da azâmi derecede dikkat etmelidirler. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Kadınların namazlarının en faziletlisi evlerinin içinde kıldıkları namazlardır.» buyurmaktadır.

Cemaatle namaz kılmak İslâm’ın şiarından ve alâmetlerindendir. Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğe, sevgi ve muhabbete, karşılıklı yardımlaşmaya, tâlim ve terbiyeye vesile ve vasıtadır. Sâlih ve muttakî kimselerle beraber yapılan ibadet ve duaların Allah indinde kabul olunacağı daha çok ümit edilir. Maalesef bir çok sünnetlerin ve hatta farzların terkedildiği zamanımızda, müslümanlar bir İslâm şiarı olan cemaatle namaz kılmayı da büyük ölçüde terk etmiş durumdalar. Buradaki sözümüz namaz kılmayanlar için değildir, çok tabii olarak  öncelikle onların namaz kılmaları için nasihat etmek, emr-i bi’l ma’ruf yapmak gerekir. Burada namaz kılan müslümanları kastediyoruz. Birçok namaz kılan müslümanın, cemaate devam etmediğini, bilhassa sabah ve yatsı namazlarında câmi ve mescidlerimizin adeta boşaldığını büyük bir üzüntü ile müşahade etmekteyiz.

Cemaatle namaz kılmak hususunda varit olan şu hadis-i şe-rifleri hep beraber okuyup tefekkür edelim de câmilerimizi garip ve kendimizi faziletten mahrum bırakmayalım:

«Şüphesiz ki münafıklara en ağır gelen namaz YATSI ile SABAH namazlarıdır. Ama onlarda neler olduğunu bilseler emekliyerek bile olsa behemehâl onlara gelirlerdi. Vallahi içimden öyle geçti ki, namazı emredeyim de ikamet getirilsin. Sonra bir adama emredeyim de cemaate namazı kıldırsın. Sonra yanlarında odun demetleri bulunan bir takım adamları beraberime alarak namaza gelmeyen gürûha gideyim ve üzerlerine evlerini ateşle cayır cayır yakayım.» (Müslim)

«Her kim yatsıyı cemaatle kılarsa gecenin yarısını namazla geçirmiş olur. Ve kim sabah namazını cemaatle kılarsa bütün gece namaz kılmış gibi olur.» (Müslim)

Allah Teâlâ «Sabah namazı şahittir.» (İsra: 78) buyurmaktadır. Çünkü gece melekleri ile gündüz melekleri sabah namazında buluşur. Hep birlikte sabah namazının kılındığına şahit olduktan sonra gündüz melekleri kalır. Gece melekleri ise semaya yükselirler.

«Kişinin cemaatle kıldığı namaz, evinde ve iş yerinde kıldığı namazından yirmi küsûr derece ziyâde olur. Bu da şunlardır: Cemaatten biri abdest alır da onu tertemiz yapar, sonra mescide gider, kendisini namazdan başka hiçbir şey harekete geçirmez, namazdan başka hiçbir niyeti de olmazsa mescide girinceye kadar attığı her adıma mukabil ona bir derece yükseltilir ve yine attığı her adıma mukabil bir günahı bağışlanır. Mescide girdiği zaman dahi kendisini orada namaz hapsettiği müddetçe namazda sayılır. Böylesi namaz kıldığı mecliste bulunduğu müddetçe melekler kendisine salat eyler ve “Ya Rabbi! Buna rahmet buyur. Ya Rab! Buna mağfiret eyle. Ya Rab! Burada eziyet vermedikçe, abdestini bozmadıkça bunun tevbesini kabul et.” derler.» (Müslim)

Abdullah ibn-i Mes’ud şöyle demiştir:

«Kim yarın Allah’a müslüman olarak kavuşmak isterse şu namazlara ezan okunan yerde devam etsin. Çünkü Allah Peygamberiniz sallallahu aleyhi ve selleme sünen-i hüdâyı meşru kılmıştır. Bu namazlarda sünen-i hüdâdandır. Şayet cemaatı terkedip, namazı evinde kılanın yaptığı gibi siz de evlerinizde kılarsanız peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terk ederseniz, muhakkak dalalete düşersiniz. Hiçbir kimse yoktur ki tertemiz abdestini alsın, sonra şu mescidlerden birine gitsin de Allah, ona attığı her adım mukabilinde bir sevap yazmasın, her adım mukabilinde onu bir derece yükseltmesin ve her adım mukabilinde onun bir günahını affetmesin. Vallahi ben öyle günümüzü görmüşümdür ki nifakı malum münafıktan başka hiçbirimiz cemaatı terk etmiyordu. Vallahi insan iki kişi arasında, bacakları yerde sürünerek (mescide) getirilirdi de safa durdurulurdu.» (Müslim)

 

HİLALİ GÖZETLEMEK

36- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– Hilâli görün oruç tutun, hilâli görün iftar edin. Eğer hava bulutlu olursa Şaban ayını otuz güne tamamlayın.

İZAHI: Ramazan ayında oruç tutmak her mükellef müslümana farz-ı ayındır. Bu farzı inkar etmek alay ve eğlenceye almak ise küfürdür.

“Ey iman edenler! Oruç sizden önceki ümmetlere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazıldı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara: 183)

“Sana yeni doğan ayları sorarlar de ki, o, insanlar ve hac için  vakit ölçüleridir.” (Bakara: 188)

Farz olan oruç Ramazan ayında tutulacağına göre, Ramazan ayının başlangıcını tespit etmek ve ona göre oruç  tutmak da dinî bir vecibedir.

Oruç için Ramazan ayının başlangıcını, bayram için de Şevval ayının başlangıcını nasıl tespit edeceğimiz hususunda vârid olan ayet ve hadis-i şerifler şöyledir:

“Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun.” (Bakara: 185)

“Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya bir takım) menziller takdir eden O’dur.” (Yunus: 5)

“Biz ümmî bir cemaatız. Yazı yazmayız ve hesap da yapmayız. (Bize lâzım olan ) ay (kâh) şöyledir, (kâh) böyledir. (Ravi diyor ki) Rasûlullah bununla bir defa ay yirmi dokuz bir kere de otuzdur, demek istedi” (Buharî-Müslim)

“Hilâli görmedikçe oruç tutmayın. Onu görmedikçe bayram da yapmayın. Eğer hava bulutlu olursa takdir ediniz.” (Buharî-Müslim)

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılacağı gibi ay, şeriatta bir zaman ölçüsüdür. Ve Allah Teâlâ ibadetlerimizi vakit ölçüsü olarak tayin olunan aylara göre tanzim etmemizi istemektedir.

Bu durumda kula düşen Allah ve Rasûlü’ne tâbi olmaktır. Zaten bizden istenilen husus, ibadetlerimizi Allah ve Rasûlü’nün emirlerine uygun bir şekilde yapmamızdır. Öyleyse Ramazan orucunu tutmak hususunda bize düşen de hilâli görüp oruç tutmak ve yine hilâli görüp bayram etmektir. Şayet hava bulutlu olursa Şaban ayını otuza tamamlamaktır. Şevval hilâlini gözetlerken yine hava bulutlu olur, hilâl görülemezse Ramazan ayı da otuza tamamlanır.

Ramazan’ın sübûtunun, ya hilâlin görülmesi veya hava bulutlu olur da hilâl görülemezse Şaban ayının otuza tamamlanması ile olacağına dair icmâ vâkî olmuştur. Müteahhirinulemâsından 8. hicri asırda yaşıyan ve Şâfiî mezhebinden olan İmam Subki gibi bazı zevat hesap ile de oruç tutabileceğine kail olmuşlarsa da, bu gibi görüşlere ulemâ tarafından iltifat olunmamıştır. Kaldı ki: “Nas vârid olan hususta ictihada yol yoktur.” Mecelle kaidesince, icmâya muhâlif olan bir görüşe itibar olunmayacağı kesindir. Kaldı ki hesap ile oruç tutulabileceği görüşünde olanlar dahi hesap yapan kişilerin adil olmasını şart koşmaktadırlar. Zamanımızda bu hesabı yapanlar rasatcıdırlar. Adil olmanın en aşağı mertebesi ise: “Müslüman, âkil-bâliğ, şartlarını haiz olmakla beraber hasenatı, seyyiatına galip olandır.” Acaba zamanımızda bu şartlara haiz bir rasatçı var mıdır? Çoğu kez bu bilgilerin gayr-i müslim mercilerden öğrenildiğini de hesaba katarsanız, rasathanelerin belirlediği Ramazan ve bayram hilâline ne dereceye kadar itibar olunabilir?

Diğer bir husus da şudur: Her ne kadar hesaplar kesin ise de, bu hesapları yapan kişiler her zaman hata yapabilirler. Bundan dolayı takvimler arasında farklılıklar görülmektedir. Şeriat ise, orucu hiçbir zaman değişmeyen ve herkes tarafından anlaşılabilen hilâlin görülmesine bağlamıştır.

Hanefî fukahasına göre dünyanın her hangi bir yerinde hilâl görülse, diğer müslümanların da oruç tutması farzdır. Şevval hilâlini görmek de böyledir.

Bir belde halkı, hilâli gözetlemeyi toptan  terk etseler günahkâr olurlar. O bakımdan her beldede bir grup insan hilâli gözetlemeli ve böylece emr-i peygamberiye ittiba ederek kaybolmuş bir sünneti ihyâ etmelidirler.

Hilâli gören kimse üç kere tekbir ve tehlil getirdikten sonra üç kere de:

“Ey hayır ve rüşd hilâli! Seni yaratan Allah Teâlâ’ya iman ettim.” dedikten sonra, şu duayı okumalıdır:

“Şu ayı (Şaban’ı) götürüp, bu ayı (Ramazan’ı) getiren  yüce Allah’a hamdolsun. Allahım! Bu ayı bizlere emniyetli, imanli, selâmetli ve selâmlı kıl!”

73 FIRKA

37- Ebu Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da yahudilerin benzeri fırkalara ayrıldılar ve ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.

İZAHI: Müslümanlar asr-ı saadette her hususta muttahid idiler. Aralarında herhangi bir anlaşmazlık olduğu zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme müracaat ediyorlar ve aralarındaki ihtilaf Huzur-u Peygamberî’de hallediliyor idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin irtihâlinden sonra, ilk ihtilaf hilâfet meselesinde vukû buldu. Çünkü Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem kimin halife olacağı hususunda açık ve kesin bir emir vermemişti. Bu hususta üç görüş ortaya çıktı.

1- Başta Sa’d bin Ubade olmak üzere ENSAR, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlardı.

2- Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer’in başında bulunduğu diğer grup da, hilâfetin muhacirlere ait olduğu görüşünde idiler.

3- Hz.Abbas ve Hz.Zübeyr’in dahil olduğu diğer bir grup ise halifeliğin peygamberimizin ailesi olan Haşimoğulları’na ait olduğunu ileri sürüyor ve Haşimîlerin en faziletlisi ve üstünü olan Hz.Ali’nin halife seçilmesini istiyorlardı. Ancak bu durum uzun sürmedi ve Beni Saîde sakifesi toplantısında Hz. Ebubekir halife seçilerek ihtilaf halledildi. Hz.Osman’ın hilâfetinin son zamanlarına kadar, müslümanlar arasında hiçbir tefrika görülmedi. Çünkü müslümanlar büyük bir coşkuyla sürekli cihad ediyordu. Böylece fethedilen yeni ülkelerle genişleyen İslâm coğrafyasındaki insanların İslâm’la tanışıp hidayete ermesi için yine büyük bir coşku ile İslâm tebliği, cihadı sürdürülüyordu. Bu dönemde, müslümanların ilim öğrenmek, ibadet, taat, hayr u hasenat yapmak, tebliğ ve cihad etmekten başka şeylerle meşgul olmaya vakitleri bile yoktu.

Fakat Hz.Osman’ın hilâfetinin sonlarına doğru fitne ve tefrika tohumları saçılmaya ve müslümanların arasında siyasî ve itikadî ayrılıklar baş göstermeye başladı. Hz.Osman’ın şehâdeti ile tefrika ve fitne çok geniş boyutlara ulaştı.

Kendilerini müslüman ve Şiî kabul eden, Sebeiyye, Hâkimiyye, Gurabiyye, Nusayriyye, Keysaniyye gibi Hz. Ali’yi ilahlaştıran ve İslâm’la hiçbir alakası olmayan siyasî mezhepler, diğer taraftan Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi İslâm itikadına aykırı itikadî mezhepler uzun müddet İslâm âlemini meşgul ettiler. Haricîler ve Karmatîler de müslümanlar arasında vukû bulan nice kıtallere sebep oldular. Böylece müslümanlar arasında büyük tefrikalar ve parçalanmalar meydana geldi. 19. asrın sonları ve 20. asrın başlarında da, Allah’ın kendisine hulûl ettiğini iddia eden, cennet ve cehennemin varlığına inanmayan Mirza Ali’ye mensup olan Babîler, Mirza Ali’nin talebesi olup hem Allah’ın kendisine hulûl ettiğini hem de Kâbe’nin kendi bulunduğu yer olduğunu iddia eden ve İslâm’ın helâl-haram sınırlarını tanımayan Bahaullah’a bağlı olan Bahaîler ve Hindistan’da zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve artık cihada gerek kalmadığını iddia eden Gulam Ahmed’e mensup Kadıyaniler de İslâm’la alakaları olmayan ve hâlen faaliyette bulunan birer fitne ve tefrika unsurlarıdırlar.

Zamanımızda da bir kısım sapıklar, batıcılık adına, sosyalizm, kapitalizm, komünizm gibi tağutî düzenleri İslâm nizamından üstün görmek ve İslâm’ı çağdışı ilan etmek gibi büyük bir dalalete düşmektedirler. ßu kişiler müslüman adı taşısalar da İslâm’la alakaları yoktur. Çünkü İslâm bir bütündür. Hem dünya ve hem de ukba ile ilgili hükümleri içerir. İslâm dini aynı zamanda bir devlet nizamıdır. O, devlet işlerinden soyutlanamaz. Onun bazı hükümlerine inanıp bazılarını kabul etmemek küfürdür. Bu zihniyetin sahipleri İslâm ümmetini İslâm’dan uzaklaştırmak için çaba gösteren ehl-i dalalettir.

Diğer taraftan şefaatı kabul etmeyen, kendi görüşlerini benimsemeyenleri küfürle itham eden Vahhâbîler; Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer’e dil uzatan, kendi imamlarını masum kabul eden, mut’a nikahını meşru sayan ve ehl-i sünnete karşı düşmanca davranan ŞİA’nın tesiri ile müslümanlar arasında yeni tefrikalara sebep olanlar; İslâm’da reform taraftarı olan Cemaleddin Efganî ve tilmizlerinin tesiri ile telfikçiliği savunananlar; İmam-ı Azam, Maturidî ve Eş’arî gibi ehl-i sünnet imamlarına dil uzatan ve Selefiye mezhebi ile hiçbir ilgileri olmadığı hâlde kendilerini Selefiye diye adlandıranlar; İslâmî ilimlere vukufları olmadığı hâlde hadis-i şerifleri delil kabul etmeyerek -bir kaçı hariç- hadisleri reddedip sadece, Kur’an’ın meallerine bakarak ahkâm çıkaran mealciler; tasavvufu inkâr eden ve Mevlana gibi bir kısım velileri küfürle itham edenler; İslâm’la ırkçılığı bağdaştırmaya çalışan sentezci kavmiyetçiler; tağutî düzenlerin idarecilerini ulu’lemr kabul eden tevilciler; tutundukları vasıtaları gaye hâline getiren ve kendilerinden başka herkesi dalalette gören mutaassıp ve itidalini kaybetmiş çeşitli hizipler… Evet, bütün bunlar da müslümanlar arasındaki uhuvveti, birlik ve beraberliği zedeleyen yanlış ve sakim akımlardır.

Bu ümmetin İTİDAL vasfını muhafaza eden her müslümana düşen, bu gibi akımlara kapılanlara hayır nasihatta bulunmak, İslâm’a zarar veren davranışlardan sakındırmaya çalışmak, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker vazifesini en güzel bir şekilde ifa etmektir.

İlk zamanlarda meydana gelen tefrikaların arka planında ya yahudileri veya İran mecusîlerini görmekteyiz. Çünkü İslâm’ın hâkimiyeti ile, yahudiler asırlardır yaşadıkları Medine, Hayber ve Fedek gibi yurtlarından olmuş, asırlardır bekledikleri ahir zaman nebisi kendileri arasından zuhur etmemişti. İranlı’lara gelince onların da bin yıldan beri inandıkları mecusîlik yıkılmış, mecusî ateşi sönmüş, Sasani imparatorluğu sona ermişti. İşte bu sebeblerden dolayı, gerek yahudiler gerekse mecusî İranlı’lar gizli gizli müslümanlar arasına fitne ve tefrika sokmaya, onların itikadlarını bozmaya gayret etmişler ve her fırsatı değerlendirmişlerdir. Bu hususta Yemenli bir yahudi olan Abdullah ibni Sebe’nin çıkardığı fitneyi, Fatımî hükümdarı Hâkim bi Emrillah’ı, Allah’ın kendisine hulûl ettiğine inandırarak insanları kendine ibadete davet etmeye ikna edip kandıran Hamza Ed-Dürzî adlı İranlı’nın yaptıkları melanetleri hatırlamak kâfidir.

Zamanımızda da gerek yahudi, gerek hristiyan bütün şer güçleri İslâm’ı ortadan kaldırmak, müslümanları bölüp parçalayarak sömürmek için durup dinlenmeden çalışmakta, plan ve programlar yapmaktadırlar. Bütün bunlara karşı müslümanlar da uyanık olmalı, müslümanı ağlatan ve düşmanı güldüren fitnelerden, sakim davranışlardan, tefrikalardan sakınmalıdırlar.

Böyle fitne ve tefrikaların şuyû bulduğu zamanlarda, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin tavsiyesine uyarak cemaate iltizam etmeli, ehl-i sünnet ve’l cemaat üzere sabit kadem olmalıdırlar. Müslümanlar arasında meydana gelen bu çok çeşitli siyasî, itikadî ihtilaf ve tefrikalar mevzûmuz olan hadis-i şerifin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir mucizesi olduğunun delilidir. Hadis-i şerifte daha önceki ümmetlerin çeşitli fırkalara ayrılıp bu fırkalardan sadece bir fırkasının kurtulduğu gibi, 73 fırkaya ayrılacak olan ümmet-i Muhammed’in de 72 fırkasının dalâlette, sadece bir fırkasının hidayet üzere olup kurtulacağı haber verilmektedir. Hadis-i şerifte geçen 73 fırka, fırkaların esastaki benzerlikleri nazar-ı itibara alınarak aynen vâkî olabileceği gibi, 73 rakamı çokluktan kinaye olduğu için bu fırkaların daha çok olabileceği de mümkündür. Fakat fırka-yı nâciye tektir ve o da cemaat üzere olan fırkadır.

Hadis-i şerifin İbn-i Mâce’deki rivayeti de şöyledir:

“Yahudiler 71 fırkaya ayrıldı. Onlardan biri cennette, 70’i cehennemdedir. Nasranîler de 72 fırkaya ayrıldılar. 71’i cehennemde biri cennettedir. Muhammed’in nefsi, yed’i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki benim ümmetim de muhakkak 73 fırkaya ayrılacaktır. Biri cennette ve 72’si cehennemdedir.

– Ya Rasûlallah! Onlar kim? denildi.

– Cemaattir, buyurdu.

Her türlü dalâlet ve sapıklıktan korunmak, fitne ve tefrika girdabında boğulmamak için, cemaate iltizam etmek, ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadında bulunmak, İslâm’ı cemaat hâlinde yaşayıp, İslâm için cemaat hâlinde çalışmak şarttır.

“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran: 104)

«Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O ne kötü bir yerdir.» (Nisa: 115)

Meallerini verdiğimiz ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, imandan sonra müslümanlar için ilk fariza-yı diniye cemaat teşekkül ettirmeleridir. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Size beş şeyi emrediyorum: Cemaata iltizamı, dinleyip itaat etmeyi, hicreti ve Allah yolunda cihad etmeyi. Kim cemaattan bir karış ayrılırsa boynundan İslâm bağını çıkarmış olur.” (Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

«Allah ümmetimi dalalet üzerinde cem etmez. Allah’ın yed’i kudreti cemaatle beraberdir. Kim ki cemaatten ayrılırsa, cehenneme gitmek üzere ayrılır.» (Tac)

«Kıyamete kadar ümmetimden hak üzere olan bir cemaat bulunacaktır. Onlar muhaliflerine galiptirler.» (Buharî)

Hz.Ömer radıyallahu anh Câbiye mevkiinde bir hutbe okuyarak şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizim içimizde nasıl hutbeye durdu ise, ben de şimdi sizin içinizde öyle hutbeye duruyorum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu:

– Ashabıma, ondan sonra gelenlere (tâbiîn’e) ve onlardan sonra gelenlere (tebe-ü tâbiîn) muhabbeti ve haklarına riayeti tavsiye ederim. Onların devrinden sonra yalan çoğalacak, o derecedeki bir adama yemin verilmediği hâlde yemin edecek bir adam şahitliği istenmediği hâlde şahitliğe kalkışacaktır. İyi kulak verin! Hiçbir erkek bir kadınla başbaşa yalnız kalmasın ki üçüncüleri elbette şeytandır. CEMAATTEN AYRILMAYINIZ. TEFRİKADAN SAKININIZ. Çünkü şeytan yalnız kalanlarla beraberdir. İki kişiden biraz daha uzak kalır. CENNETİN TA ORTA YERİNİ KAZANMAK İSTEYEN CEMAATE İLTİZAM ETSİN. Her kimi iyilikleri sevindirir ve kötülükleri kederlendirirse biliniz ki o mü’mindir.» (Tâc)

Kâmil bir cemaatin oluşumunda:

1- Gaye birliği,

2- Metod birliği,

3- Uhuvvet,

4- Eğitim birliği şarttır.

Müslümanın gayesi, Allah rızası için, İslâm’ı fert, aile ve devlet planında hâkim kılmak için çalışmak olmalıdır. Bu çalışmaları yaparken metodu, Kur’anî ve nebevî metod olmalı ve asla başka yollara tevessül etmemelidir. Aralarında hakiki mânâda bir uhuvvet gerçekleştiremiyen topluluklar kâmil mânâda bir cemaat oluşturamazlar. O bakımdan müslümanlar din kardeşliğinin, kan kardeşliğinden daha üstün olduğu idraki içinde bulunmalıdırlar. Bütün bunların kemâl derecesinde gerçekleşebilmesi için tam bir eğitim birliği şarttır. Nebevî bir eğitim içerisinde aynı İslâmî ölçüleri alan, aynı hakikatları öğrenip savunan Kur’an ve sünnetin aydınlığında sırat-ı mustakim üzre eğitilip istikamet kazanan müslümanlar, artık birbirine İTİMAT edebilirler ve bu itimat emir sahiplerine karşı İTAATI celbeder. Karşılıklı İTİMAT ve İTAAT ise müslümanlar arasında birbirlerine karşı EMNİYET ortamı doğurur. Birbirlerinden emin olan kişiler ise birbirlerine karşı MUHABBET beslerler. Muhabbetin çok tabii neticesi olarak da müslümanlar arasında çok içten, karşılıklı MADDİ ve MANEVİ MUAVENET başlar ve böylece onlar din kardeşini kendi nefsine tercih etmek yani İSAR derecesine kadar yükselirler. Ve artık bu vasatta yetişen müslümanlar kendi aralarındaki durumları asla ifşâ etmez, SER VERİR, SIR VERMEZLER. Aralarında vukû bulan meseleleri, İSLÂM AHKÂMINA göre hallederler. Böylece Allah ve Rasûlü’nün razı olacağı bir birlik ve bir cemaat ruhu teşekkül etmiş olur.

«Ümmetimden daima Allah’ın emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlıyanların ve muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir cemaat var olmakta devam edecektir. Ta Allah’ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar, onlar hep bu doğru yol üzerinde sabit kalacaklardır.» (Buharî)

 

TEVBE

38- Enes bin Malik radıyallahu anh Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

– Âdemoğlunun hepsi hata eder. Hata edenlerin hayırlısı, tevbe edenlerdir.

İZAHI: Tevbe, işlenen günahlardan rücû edip dönmek ve Allah Teâlâ’ya iltica ederek af ve mağfiret dilemektir. İnsanoğlu yaratılışı icabı her zaman hata ve günah işleyebilir. Aslında bu yapılan hata ve işlenen günahlar basîret ve tefekkür ehli kullar için kendi acz ve güçsüzlüğünü idrak edip anlamaya ve Rabb-ı zülcelalin bütün mahlukatı kucaklayan sonsuz rahmet ve merhametine sığınarak onun nizamına teslim olmaktan başka bir kurtuluş yolu olmadığını kavramaya bir vesile ve vasıta olabilir. Aşağıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi okuyup tefekkür eden hangi kul hata ve günahından dolayı ümitsizliğe düşebilir ve hangi müslüman bu af ve merhamet karşısında utançla boyun eğip teslim olmaz? Ve bir daha isyan ve tuğyana tevessül edebilir?

«De ki: Ey kendi nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım! Allah’ın Rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.» (Zümer: 53)

Bütün şartlarını haiz ve bir daha dönmemek üzere tevbeyi nasuh ile yapılan tevbe mutlaka kabul olunur. Güneşin doğmasıyla karanlığın yok olduğu, kirlenen elin sabun ile yıkanınca temizlendiği gibi, tevbe de kişiyi günah kirlerinden öylece temizler. Nitekim Allah Teâlâ:

«Kullarından tevbeyi kabul eden ve günahları bağışlayan O’dur.» (Şura: 25)

«Kim tevbe edip, amel-i sâlih işlerse, muhakkak o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.» (Furkan: 71)

«O, günahları affedici ve tevbeleri kabul edicidir.» (Gâfir: 3) buyurmaktadır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:

«Günahından tevbe eden, günahsız gibi olur.» (İbn-i Mace) buyurmuştur.

Allah celle celaluhu, kullarının tevbe etmesini istemekte ve günahından dolayı pişmanlık duyup, Allah’tan af dileyenleri sevdiğini beyan etmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de, geçmiş ve gelecek günahları affedildiği, zaten günah işlemekten berî ve mâsum olduğu hâlde devamlı tevbe ve istiğfar etmiştir.

«Ey iman edenler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.» (Nur: 4)

«Ey iman edenler! Allah’a tevbe-i nasuh ile tevbe ediniz.» (Tahrim: 8)

«Muhakkak Allah Teâlâ tevbe edenleri sever. Ve temizlenenleri de sever.» (Bakara: 222)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle  buyurur:

«Vallahi ben, her gün Allah’a yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ederim.» (Buharî)

Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem günde yetmiş defa istiğfar eder, bağışlanmasını dilerse, sayısız hata ve günah işleyen biz günahkârlar ne kadar tevbe ve istiğfar etmeliyiz düşünelim.

Ancak sadece dille yapılan ve şartlarını haiz olmayan bir tevbe de muteber değildir. Tevbenin sahih olmasının şartları şunlardır:

1- İşlenen günahtan tam bir pişmanlık duyup terketmek.

2- Bir daha günah işlememeye azmetmek.

3- İşlenen günah kul hakkı ile ilgili ise:

a- Kişinin malı gaspedilmişse, malını iade etmek,

b- Hakkında iftira ve gıybet edilen kişiye yapılan iftira ve gıybetin ne olduğunu söylemek, iftira ve gıybeti konuştuğu kişi ve topluluklara giderek kendisinin o hususta iftira ettiğini, yalancı olduğunu beyan etmek, iftira ve gıybet edilen kişiden affedilmesini istemek.

c- Haksız yere dövülen, hakaret edilen, eziyet edilen hülâsa olarak gerek madden ve gerekse mânen hakkı çiğnenenlerin hakkını verip af dilemek.

4- Tam bir hulus-i kâlb ve hâlis bir niyetle gözyaşları akıtarak Allah Teâlâ’dan bağışlanmasını dilemek, affedilmesi için yalvarmak.

Günahkâr bir müslüman, “daha gencim, yaptığım iş müsait değil” gibi bahanelerle tevbesini geciktirerek kendisini aldatmamalıdır.

«Onlar bir günah işledikleri yahut kendilerine zulmettikleri vakit, Allah’ı hatırlayıp derhâl günahlarına tevbe ederler.» (Âl-i İmran: 135)

İşte mevzûmuz olan hadis-i şerif günahtan sonra tevbe edenlerin hayırlı olduğuna işaret etmekte ve günah işleyip tevbe etmeyenlerde hayır olmadığını beyan buyurmaktadır.

Bir taraftan günah işlemeye devam edip, diğer taraftan sadece dil ile tevbe etmek ise yalancıların tevbesidir.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«İşlemekte ısrarla devam ettiği bir günaha istiğfar eden kimse, Allah’ın ayetleri ile alay eden kimse gibidir.» (Beyhaki) buyurmaktadır.

Ancak kişi nefsine uyarak, şeytanın iğvasına kapılarak veya kötü çevrenin telkinlerinden etkilenerek tekrar günah işlerse yine de tevbe ve istiğfar etmeli, tevbesinde sebat için azmedip Rabb’ından yardım dilemelidir.

«Ey Rabb’ımız! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb’ımız! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabb’ımız! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Çünkü sen bizim mevlamızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.» (Bakara: 286)

 

MAHŞERDE YAPILACAK SORGULAMA

39- Ebu Berzeti’l Eslemî’den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

– (Mahşer gününde) kulun ayakları (bulunduğu yerden) ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiğinden ve ilmini nerede kullandığından ve malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve bedenini nerede yıprattığından sorulmadıkça.

İZAHI: İnsanoğlu Rabb’ını tanıyıp, ona kulluk etmek için, üstün bir varlık olarak yaratılmış ve yeryüzüne halife kılınmıştır.

«Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.» (Zariyat: 56)

«Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.» (İsra: 70)

«Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.» (Fatır: 39)

İnsanoğlu, ahiret hayatını, dünyada yaşadığı zamanını Allah’a kulluk edip, hayırlı işler yapmak sûreti ile kazanır. O bakımdan kişi, ölüm gelmeden önce hayatı bir ganimet bilmeli ve bu ganimeti yerli yerince harcamalıdır. İnsanoğlu ömür sermayesini hayırsız mirasyediler gibi hovardaca har vurup harman savurmamalıdır. Bilinmelidir ki zaman en kıymetli hazinedir ve hayat zamandan ibarettir.

Müslüman ömrünü ilim öğrenmek, amel-i sâlih, tebliğ ve cihadla geçirmelidir. Bütün bunları yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmalıdır.

«İlim tahsil etmek her müslümana farzdır.» (İbn-i Mace)

Allah Teâlâ ilmi ve ilmi ile amil olan ulemâyı senâ etmiştir.

“…De ki bilenlerle  bilmeyenler hiç müsavi olur mu? İbret alanlar ancak akıl sahipleri olabilir.” (Zümer-9)

«… Allah’tan ancak âlim olanlar korkarlar. Allah azizdir, gafurdur.» (Fatır: 28)

«… Allah sizden iman eden ve ilim verilenleri üstün derecelere yükseltir. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir.» (Mücadele: 11)

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

«Âlimin âbide üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı derecede olana üstünlüğüm gibidir.» (Tirmizi)

Hasan-ı Basri: «Âlimler olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olmuşlardı» demektedir.

İmam Şâfiî de: «İlim tahsil etmek nâfile ibadetten efdaldir» demiştir.

Muaz radıyallahu anh: «İlmi öğreniniz! Çünkü Allah rızası için ilim öğrenmek bir haşyettir. İlmi talep etmek ibadet, ilim müzakere etmek tesbih, ilim için yola, gurbete gitmek cihad, bilmeyene öğretmek sadaka, ehil olan kimselere bolca vermek Allah’a yaklaşmaktır» buyurmaktadır. (İhya)

Ancak ilim:

1- Allah rızası için öğrenilmeli.

2- Onunla amel edilmeli.

3- Bilmeyenlere öğretilmeli.

4- Soranlara cevap verilmeli, ketmedilmemeli.

5- Mal, şöhret, makam ve mevki elde etmek için alet edilmemelidir. Böyle olan bir âlim, ulemâ-yı amilînden olur.

Bir âlim bildikleri ile amel etmez ise, ilmi öldürmüş; kendisi amel eder de, başkalarına öğretmez ise ilmi hapsetmiş; öğrenir, amel eder ve başkalarına öğretirse onu diriltmiş olur.

Mal kazanıp zengin olan bir müslüman da, şayet kazancını helâl yollardan kazandı, kazanırken ahiretini ihmal etmedi, malının zekatını verdi, fakir-fukaraya tasadduk etti ve malının fazlasını hep hayır yollarında harcadı ise  ağniya-yı şakirîn zümresine ilhak olur.

Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel bir sûrette yaratmıştır. «Biz insanı en güzel biçimde yaratttık.» (Tin: 4) Çok mütenasip ve kullanışlı bir beden, akıl ile de güçlendirilince, insan çok mükemmel bir varlık olmuştur. Bu bakımdan, aklın sevk-i idaresindeki bu beden Rabb-ı Zülcelalin yolunda hizmetkâr edilmeli ve ona kullukta yıpratılmalıdır.

İşte mevzûmuz olan hadis-i şerif, bu konularda bizleri ikaz ediyor ve hesap gününü hatırlatıyor.

Akl-ı selim sahibi bir müslüman, akıl, ruh, beden ve bunların aydınlanması ve Hâlik’ını tanıması için verilen ilmi, bütün ömrü boyunca Allah Teâlâ’ya kulluk yolunda kullanmalı ve asla batıl yollarda telef etmemelidir. Aksi takdirde hesap çetin ve akibet kötü olur.

DÜNYA MÜ’MİNLER İÇİN ZİNDANDIR

40- Ebu Hureyre radıyallahu anhden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği rivayet edildi:

– Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.

İZAHI: İnsanoğlunun, Hakka vasıl olması yolunda dört mühim engel vardır. Bunlar: Nefis, şeytan, dünya ve insandır. Bu engelleri aşmak, onları çok iyi tanıyarak hile ve desiselerinden kurtulmak sûreti ile mümkündür. Onun için Kur’an ve sünnette bu engeller tanıtılmış ve onların tuzaklarından kurtulmanın yolları gösterilmiştir.

Biz burada mevzûmuzla ilgili olduğu için dünyayı tanımaya çalışacak ve ebedî cennet hayatı karşısında dünyanın bir mü’min için gerçekten nasıl bir zindan olduğun göreceğiz.

«Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah’tan korkanlar için elbette ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? (En’am: 32)

«Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.» (Ankebut: 64)

«Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. Allah yanındaki ise bâkidir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeli ile mükafatlarını vereceğiz.» (Nahl: 96)

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden gelen haberlerden bir kısmı şöyledir:

Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölü bir koyuna rastladı. Ashabına: «Bu koyunun sahibi nazarında değerli bir şey olduğunu zanneder misiniz?» diye sordu. Dediler ki: «Değersiz sayıldığından onu atmışlar.» Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

«Nefsim yed’i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki şüphesiz bu dünya, Allah nazarında, şu koyunun sahibi nazarındaki değerinden daha aşağıdır. Eğer bu dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su dahi içirmezdi.» (İbn-i Mace)

«Dünya sevgisi her kötülüğün başıdır.» (Beyhaki)

Dünyanın zahirî görünüşü çekici, nefsi okşayıcı ve güzel görünümlü ise de, altın kâsede bulunan bir zehir gibidir. Dünyaya aşırı düşkünlük, onu elde etmek için haris olmak, dünya sevgisi ile kalbi meşgul edip onu kirletmek öldürücü bir zehirdir. Dünyaya kapılıp, ahiretini unutanlar, ebedî saadeti kaybederler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Muhakkak ki dünya tatlı bir yeşilliktir ve muhakkak Allah sizi bu dünyaya, nasıl amel edeceğinizi görmek için getirmiştir.» buyurmaktadır. (Tirmizi)

Ana rahmi, dünyaya göre ne ise, dünya da ahirete göre o mesabededir. Ana rahmindeki çocuğa dünyadan bahsedilse, bulunduğu mekâna sağladığı uyumdan dolayı, ana rahminde kalmayı tercih eder. Halbuki bilmez ki ana rahmi, dünyaya  nazaran bir zindandır. Dünyanın geçici zevk ve sefasına dalan bir insan da böyledir. Ona ahiretten ve sayılamayacak kadar çok ve devamlı cennet nimetlerinden, Allah Teâlâ’nın cemalini temâşâdan bahsetseniz, ona sonsuzluk âlemine bir doğuş ve bir geçiş olan ölüm soğuk gelir. Ama ehl-i hakikat öyle değildir. Onlar bir an önce Rab’larına mülaki olmayı tercih ederler. Bilirler ki dünya, mü’minler için bir zindandır. Şöyle bir düşünelim. Ahiret hayatının ebedîliği, cennette “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmeyen nimetleri” ve Allah Teâlâ’nın cemalini müşahade karşısında bir mü’min için, dünya zindan değil de nedir? Amma dünya hayatı kâfirler için cennetî bir yaşantıdır. Çünkü onlar cehennemin kızgın alevleri içinde ebedî kalacak,  azab olunacaklardır. Elbette cehennem ateşine göre şu dünya hayatı onlar için cennet gibidir.

İşte mevzûmuz olan hadis-i şerif bu  inceliğe işaret etmektedir.

Sakın ola ki, “Biz sadece ibadet ile meşgul olalım, dünyayı boş verelim ve onu kâfirlere bırakalım” şeklinde anlaşılmasın.

Bu dünyanın idaresi de müslümanlara tevdî edilmiş, zulmü ortadan kaldırmak, hakkı hâkim kılmak ve yeryüzünü adaletle idare etmek için müslümanlar vazifelendirilmiştir. Kötülenen dünya sevgisidir, dünyanın alâyişine aldanarak ahiret amellerini terk etmektir. İslâmî yaşantımıza yardımcı olan, bizi Allah yolunda çalışmaktan alıkoymayan dünya nimetleri, Allah Teâlâ’nın ikramı ve lütfudur. Dünyayı ve dünya nimetlerini, ahiret saadetine vasıta olarak kullanmak ne büyük bir mutluluktur.

 

– DUA –

“Ey Rabb’ımız! Bize dünyada iyilik ve ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.”

“Ey Rabb’ımız! Sana sığınırız, senden yardım ve af dileriz. Ve bizi hidayete erdirmeni isteriz. Sana iman eder ve sana tevbe ede-riz. Sana tevekkül eder ve bütün hayırlarla seni senâ ederiz. Sana şükreder, hiçbir vakit nankörlük etmeyiz. Sana isyan edip inkâr edeni terk ederiz.”

“Ey Rabb’ımız! Sana ibadet ederiz. Senin için namaz kılarız ve sana secde ederiz. Sana sığınır, sana koşarız. Rahmetini ümit eder, azabından korkarız. Muhakkak ki senin azabın kâfirlere ulaşacaktır.”

“Ey Rabb’ımız! Bizi doğru yola ilettikten sonra kâlblerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Şüphesiz lütfu en bol olan sensin.”

“Ey Rabb’ımız! Biz ‘Rabb’ınıza iman edin’ diye seslenen da-vetçiyi işittik, hemen iman ettik.”

“Ey Rabb’ımız! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört. Ruhumuzu iyilerle beraber al.”

“Ey Rabb’ımız! Bize peygamberlerin vasıtasıyla va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi perişan etme. Şüphesiz sen va’dinden caymazsın.”

“İlâhi! Acizlikten, tembellikten, cimrilikten, bunamaktan ve kabrin azabından sana sığınırım. İlâhi! Nefsime  takvasını ver..  Onu temizle. Onu temizleyecek olanın hayırlısı sensin. Ruhumun velisi ve mevlası da sensin. İlâhi! Faydasız ilimden, korkmayan kâlbden, doymayan nefisten ve kabul olunmayacak duadan sana sığınırım.”

“İlâhi! Peygamberin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin senden istediği hayrı isterim. Peygamberin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin sana sığındığı şeylerin şerrinden sana sığınırım.  Yardım istenecek yegane sensin.  Arzu edilen şeye ulaştıracak da sensin.”

“Ya Rab! Nefsimizi, neslimizi, anne, baba ve ailemizi ve tüm müslümanları Sırat-ı Müstakimden, Tarikat-ı Muhammedî’den ayırma. Nefis, şeytan ve kötü çevrenin şerrinden koru. Kabir azabından, cehennem ateşinden muhafaza eyle. Hüsnü hatime ile huzuruna varmak nasip et. Cennet ve cemâlinle müşerref eyle. Çalışmalarımızı Şeriat-ı İslam’ın hakimiyetine vesile kıl…”

“Ya Rab! Nasıl bir kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.”

AMİN.

 

TAVSİYELER

1- Ailemizin her ferdi Kur’an-ı Kerim’i yüzüne okumasını öğrenmelidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.» (Buharî) buyurmaktadır. O bakımdan hem kendimiz öğrenmeli ve hem de bütün aile efradımıza öğretmeliyiz. Kur’an’ın tamamını hıfzetmek farz-ı kifaye, namazda okunacak kadar ezberlemek ise farz-ı ayndır.

2- Her gün Kur’an-ı Kerim’den bir hizip okumalıdır. Asırlar var ki, Kur’an ilminden, Kur’an ahlâkından, Kur’an medeniyetinden ve Kur’an devletinden merhâle merhâle uzaklaştırılmış, yetim bırakılmış ve mahrum edilmişiz. Müslümanlar olarak onunla yeniden tanışmak ve onun gölgesinde yeniden dirilmek mecburiyetindeyiz. Kur’an okumak, Allah Teâlâ ile tekellüm etmek ve kelâmdan sahib-i kelâma vasıl olmaktır. Kur’an edeble, huzurla ve Allah Teâlâ ile konuşuyormuş gibi okunursa, nice sır perdeleri açılacak ve kâlb nice ilâhî tecellilere mazhar olacaktır. Ayrıca okuduğumuz bu beş sahifeden en az bir sahifesinin meal ve tefsirini okuyup öğrenmeliyiz. İmkan bulanlar bu beş sahifenin de meal ve tefsirini okumalıdırlar.

3- Fatiha, Ayet el-Kürsî, Bakara sûresinin son iki ayeti, Haşr Sûresi’nin son üç ayeti, Yasin, Saff ve Mülk sûreleri, Duha sûresi ve ondan sonraki sûreler, namaz içinde okunan duâ ve salâvatlar ezberlenip tefsirleri okunarak öğrenilmelidir.

Bu sûreleri ve duaları ezberleyip mânâlarına muttalî olmak için, muteber tefsir kitaplarını okumak ve öğrenmek her müslüman için gerekli olan asgari bir vazifedir. İmkanı olanlar daha fazlasını yapmalıdırlar. Çünkü Kur’an’ı mânâlarını tefekkür ederek okumak daha faziletlidir.

4- Kırk hadis-i şerif metin ve meali ile beraber ezberlenmelidir. Hadis-i şerifler Kur’an’dan sonra, dinimizin ikinci kaynağıdır. Âlemlere rahmet peygamberin, gönüllere sürûr veren mübarek kelamlarını öğrenmek  ve öğretmek çok büyük bir fazilet ve bir ümmet olma borcudur.

«Kim kırk hadisi hıfz eder ve ümmetime naklederse kıyamet günü ben ona şefaatcı ve şahit olurum» hadis-i şerifi ne büyük bir müjdedir. Onun şefaatını dilemek ve ummak gönüllerimizde bir coşku, dillerimizde bir dua değil mi?

5- Ehl-i sünnet itikadı ile ilgili bir akaid risalesini okuyup öğrenmelidir. İtikada taalluk eden meseleleri öğrenmek her müslüman için farz-ı ayındır. Nice insanlar vardır ki cehâletleri sebebiyle öyle işler ve konuşmalar yapar ki, imanından olur da farkında olmaz ve hâlâ kendisini İslâm dairesinde zanneder.

Zamanımızda öyle sapık ve aldatıcı fikir cereyanları var ki, bu cereyanların yalan-yanlış telkin ve tesirlerinden korunabilmek için ehl-i sünnet ve’l cemaat akaidini çok iyi bir şekilde öğrenmek mecburiyetindeyiz.

Aksi takdirde, birçok sapık düşüncelerin, batıl fikirlerin, farkında olmadan zebûnu olabiliriz.

6- Allah’a kulluk vazifemizi en iyi bir şekilde yapabilmek için en azından bir ilmihâl kitabı okuyup güzelce öğrenmelidir. İmkan ve zamanı olan daha tafsilatlı bir fıkıh kitabı okumalıdır. Çünkü müslümanın fıkhını öğrenmesi farz-ı ayındır. Kişinin iştigal ettiği iş hususundaki fıkhî hükümleri öğrenmesi de farz-ı ayındır.

Ticaret yapan kişinin ticaret ile ilgili ahkamı, ziraat yapan kişinin ziraat ile ilgili ahkamı öğrenmesi gibi.

Ulemâ, her sene bir defa olsun ilmihâl kitabını okumayı tavsiye etmektedir.

7- Ahlâk, muaşeret ve tasavvufa ait çok sağlam ve güvenilir bir kitap okunmalıdır. Ve böylece Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hüsn-ü ahlâkı öğrenilip onun ahlâkı ile mütehallık olmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim» «Beni Rabb’ım terbiye etti. Ne de güzel terbiye etti» buyurmuş. Allah Teâlâ da: «Sen en yüce ahlâk sahibisin.» (Kalem: 4) buyurarak onun yüksek ahlâkına işaret etmiştir.

Müslümanın, Allah’a, Rasûlullah’a ve diğer bütün varlıklara karşı vazife ve mes’uliyetleri vardır. Ana, baba, evlat, akraba, komşu ve bütün müslümanların kendi aralarında riayet etmekle mükellef oldukları hak ve vazifeleri olduğu gibi, gayr-i müslimlere ve hatta hayvanlara karşı da vazife ve mes’uliyetleri vardır.

Bu hususlardaki İslâmî hükümleri ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahlâkını öğrenmek de farz-ı ayındır. Öğrenelim ki ahlâk-ı Muhammedî ile mütehallık olalım, öğrenelim ki hiç kimseye karşı haksızlık etmeyelim ve vazifelerimizi bihakkın ifa edelim…

Tasavvuf İslamî ilimlerden bir ilimdir. Ameli mezhepler fıkıh ilminden doğduğu gibi, tarikatlarda tasavvuf ilminden zuhûr etmiştir. Bir müslümanın tasfiyeyi kalb ve tezkiyeyi nefs yapması için Kur’an ve sünnete uygun bir tarikata girip, bir mürşid-i kâmile intisab etmesi  çok güzel bir şeydir. Ancak tasavvuf ve tarikatlar hakkında yeterli bilgisi olmayan bir çok müslüman istismarcı, tarikatla, irşadla, şeriatla bir ilgisi bulunmayan yol kesici, câhil kişilerin tuzağına düştüğü görülmektedir.

Onun için tasavvufla ilgili sahih kitaplar okunmalı, ilmine, irfanına güvenilen kişilerle istişare edip ona göre hareket edilmelidir.

8- Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı ile ilgili güvenilir bir kitap okunmalıdır. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı yaşanılan Kur’an’dır. O’nun söz, fiil ve takrirleri Kur’an’ın en berrak ve en sağlam tefsiridir. Zaman ve imkanı olan Hulefa-i Râşidîn dönemini, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini de kapsayan bir İslâm tarihi okumalıdır. Hatta daha da zamanı ve imkanı olan son iki yüzyılın siyasî tarihini okumalıdır ki yerli ve yabancı İslâm düşmanlarının, İslâm  dini ve müslümanlar aleyhine yaptıkları plan, hile ve hud’alarını, zulüm ve işkencelerini görsünler de mütenebbih olsunlar.

9- Ailece, İslâm’ın farz kıldığı ibadetler yapılmalı, haramlardan sakınmalı ve aile içinde İslâmî yaşantı tam olarak hâkim kılınmalı, ailenin her ferdi, hak ve vazifelerini çok iyi bir şekilde öğrenmelidir. Varsa kaza namazları, oruç kaza ve keffareti, kul hakkı vakit geçirilmeden ifa edilmelidir. Zekat fakirlerin zenginler üzerindeki hakkıdır. Zengin olup da daha önce zekat vermeyen, geçmiş yılların zekatını vakit kaybetmeden vermeli ve her yılın zekatını da geciktirmeden zamanında ödemelidir. Haram yollardan kazanç sağlamak ve ticaret yapmaktan sarf-ı nazar etmeli ve aile efradına haram lokma yedirmemelidir.

Namazları cemaat ile kılmaya özen göstermelidir. Çünkü cemaat ile namaz kılmak, yalnız başına namaz kılmaktan 27 derece daha efdaldir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «Vallahi içimden öyle geçti ki gençlere benim için odun demetleri hazırlamalarını emredeyim, sonra özürsüz olarak cemaate gelmeyip evlerinde namaz kılanlara geleyim ve evlerini üzerlerine yakayım.» buyurmaktadır. Görülüyor ki cemaat, İslâm’ın şiarından ve bu din-i mübinin özelliklerindendir.

10- Çocuklarımız Allah Teâlâ’nın bizlere bir emanetidir. Onları en iyi bir şekilde terbiye edip, ahlâklı, dürüst, güvenilir, sağlam ve muttakî bir müslüman olarak yetiştirmeliyiz. Yavrumuz ana rahmine düştüğü andan doğana, doğduktan sonra rüşd çağına varıncaya ve ondan sonraki hayatı için yapacağımız vazifeler vardır. Çocuk anne rahmine düşünce, anne yiyecek, giyecek ve içeceklerine, söz ve davranışlarına, diğer insanlarla olan muaşeretine her zamankinden daha fazla dikkat etmelidir. Bu hususta, baba da anneye kolaylık gösterip yardımcı olmalıdır. Çocuk doğunca O’na İslâmî bir isim vermeli, rüşd çağına gelene kadar, Kur’an’ı ve farz olan İslâmî ilimleri öğrenmesi, Muhammedî ahlâkla ahlâklanması ve ibadetlerini yapma hususunda eğitilmelidir. Ayrıca kabiliyeti doğrultusunda bir meslek sahibi olması için yönlendirilmelidir. Onun için İslâm’ı yaşayabileceği İslâmî bir vasat hazırlanmalıdır. Yani güvenilir, ahlâk-ı hâmide sahibi bir ilim adamının tedris halkasına sokulmalı, çok iyi bir arkadaş çevresi oluşturulmalıdır. Zamanı gelince dindar, afîfe bir kızla, çocuğumuz kızsa dindar bir gençle İslâmî ölçülere uygun bir nikah ve düğünle evlendirmelidir. Evlilik hayatından sonra da kontrole devam etmeli, hayır nasihatlarda bulunmalı, nefis şeytan ve kötü çevrenin tesiri ile İslâm’a aykırı işler yapmasına mâni olup, Allah yolunda çalışması sağlanmalıdır.

11- Evimizde, başta Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, akaid, fıkıh, ahlâk ve İslâm tarihi ile ilgili temel kitaplar olmak üzere, bir kitaplık tesis etmelidir. Böylece hanelerimiz bir mektep ve bir “Dar’ul Erkam” olmalıdır.

12- Ailemizin kadın, erkek, kabiliyetli bütün efradı, yakın çevremizden başlayarak ve özellikle ev sohbetleri yaparak İslâmî tebliğatta bulunmalı ve müslümanların tağutî düzenlerin tuzaklarından, nefis ve şeytanın hile ve hud’alarından kurtulmaları ve Allah’a karşı kulluk vazifelerini en iyi bir şekilde ifa etmeleri için çalışmalıdır. «Siz insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.» (Al-i İmran: 110)

«Ya Ali! Senin vasıtanla bir kişinin hidayete ermesi senin için dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır.» Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Hz.Ali radıyallahu anha hitabı, aynı zamanda bütün ümmete hitabıdır.

13- İslâmî hizmetler muhakkak istişare ile yapılmalıdır. İstişâre yapacağımız şahıs, dürüst, güvenilir, sır saklayan, ahlâklı, İslâm’ı bilen ve itidal sahibi olmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Kim bir iş yapmak diler de, onun hakkında müslüman bir kişi ile istişare ederse, Allah onu işlerinin en isabetlisine muvaffak kılar.»

«Kendisi ile istişâre  edilen kişi emin olmalıdır.» buyurmuştur.

Allah Teâlâ müslümanların vasıflarını bildirirken, «Onların işleri aralarında istişâre iledir.» (Şura: 38) buyurmuştur.

14- Her namazdan sonra bütün müslümanlara, hasseten yapılan İslâmî çalışmalarda muvaffak olmak için, bütün samimiyetimizle dua etmeliyiz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Din kardeşi hakkında yapılan gıyabî dua reddolunmaz.»

«Dua mü’minin silahıdır.»

«Dua belâyı defeder.» buyurmaktadır.

Allah Teâlâ: «Rabb’ını içinden yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an, gafillerden olma» (A’raf: 205) buyurur.

15- Teheccüd, İşrak, Duha ve Evvabin namazlarını kılmak için gayret edilmelidir.

Teheccüd: Seher vaktinde, iki rekattan oniki rekata kadar kılınan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme farz, ümmete sünnet olan bir namazdır.

«Gecenin bir kısmında uyanarak sana mahsus bir fazlalık olarak namaz kıl. (Böylece) Rabb’ının seni övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.» (İsra: 79)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:

«Gece namazına devam ediniz. Zira o, sizden önceki sâlihlerin adetidir. Sizi Rabb’ınıza yaklaştırıcı günahların affına ve nefsi, günahlardan alıkoymaya sebeptir» buyurmaktadır. (Müslim)

Cenab-ı Hakk, gece uyanıp yatağından kalkarak teheccüd namazı kılan sâlih kulları:

«Korkuyla ve umutla Rab’lerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için) vücutları yataklardan uzak kalır.» (Secde: 16) buyurarak övmektedir. Teheccüd iki rekat kılınırsa her rekatta Fatiha’dan sonra İhlas, altı veya sekiz rekat kılınırsa Fatiha’dan sonra Yasin okunmalıdır.

İşrak: Güneş doğduktan takriben bir saat sonra kılınan iki rekat nâfile namazdır. Her rekatta Fatiha’dan sonra İhlas-ı Şerif okunur. Bir kişi sabah namazını kıldıktan sonra konuşmadan, ilim, zikir, Kur’an tilaveti, tefekkür ile meşgul olmalı, zamanı gelince de işrak namazını kılmalıdır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «İşrak namazını kılanlar için bir hacc ve umre sevabı vardır» buyurmaktadır.

Duha: Güneş doğduktan takriben iki buçuk, üç saat sonra en azı dört, çoğu oniki rekat olarak kılınan nâfile bir namazdır. Her rekatta Fatiha’dan sonra üç İhlas-ı Şerif okunması tavsiye olunmuştur. Hz. Aişe radıyallahu anha: «Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Duhâ namazını dört rekat kılar. Allah’ın dilediği kadar da artırırdı» demiştir.

Evvabin: Azı iki, çoğu altı rekattır. Akşam namazının sünnetinden sonra konuşmadan kılınır. İki rekat kılanlar, Fatiha’dan sonra, birinci rekatta Kâfirun Sûresi’ni, ikinci rekatta da İhlas-ı Şerifi okurlar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Akşam namazından sonra, altı rekat namaz kılanın günahı deniz köpüğü kadar çok olsa da affolunur.” buyurmuştur. Affolunan günahlar küçük günahlardır. Bu bağışlamadan büyük günahlar, kul hakkı ve amme hakkı hariçtir. Gündüz kılınan nâfile namazlarda dört rekatta bir, gece kılınan nâfile namazlarda ise iki rekatta bir selam verilir.

16- Mazereti olmayanlar, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak için gayret etmelidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Ameller (Cenab-ı Hakk’a) Pazartesi ve Perşembe günleri arzolunur. Ben amelimin oruçlu bulunurken arz olunmasını seviyorum.” (Tirmizi) buyurmuştur.

Gücü yetenler her ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerinde de oruç tutsun. Abdullah ibn-i Abbas radıyallahu anhuma: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eyyam-ı bîd’i (ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri) hazer ve sefer hâlinde oruçsuz geçirmezdi.” (Nesâi) demiştir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Her aydan üç gün oruç tutmak, yılın hepsini oruç tutmak gibidir.» (Buharî-Müslim) buyurmuştur.

17- Her müslüman kendi durumuna göre her cuma bir veya bir kaç fakire sadaka vermelidir. İmkanı olanlar, borç isteyeni veya bir sadaka için kapıya geleni  asla geri çevirmemelidir. Allah Teâlâ: «Mallarını gece ve gündüz, açık, gizli infak edenlerin mükafatı Allah katındadır. Onlar için ne korku vardır ne de üzülmek.» (Bakara: 274) buyurur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

«Müslüman kişinin sadakası ömrü ziyadeleştirir. Kötü ölümle ölmekten muhafaza eder.»

«Sadaka yetmiş çeşit belâyı meneder. Bunların en hafifi cüzzam ve alaca hastalığıdır.»

«Velev ki bir hurma parçasını sadaka olarak vermekle de olsa ateşten sakının. Eğer bunu da bulamazsanız, güzel kelime, tatlı dille o ateşten korunun.» buyurmuşlardır.

18- Her cuma namazından sonra yedi İhlas, yedi Felak, yedi Nâs sûreleri okunmalıdır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Kim Cuma Namazı’ndan sonra, konuşmadan ve kalkmadan İhlas, Felak ve Nas sûrelerini yedişer defa okursa, Allah Teâlâ onu gelecek Cuma’ya kadar zarar verici şeylerden muhafaza eder.» buyurmuştur.

19- Her gün sabah ve akşam «Ölmeden önce ölünüz.» «Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi tartınız.» tavsiyeleri doğrultusunda, nefsimizi hesaba çekmeliyiz.

«Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz. Her nefis yarın için (ahiret için) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkunuz. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.» (Haşr: 18) Nefis muhasebesi ve sorgulaması; itikat, ibadet, muamelat, helâl ve haramlar, ilim, tebliğ, cihad, ahlâk ve muaşeret ve İslâmî çalışmalarda yapmamız gereken vazifelerimizi içermelidir. Hülâsa olarak “Bugün Allah için, İslâm için ne yaptın?” diye nefsimizi muaheze etmeliyiz.

20- Aşağıdaki istiğfar, tevhid, salavat ve duaları lisanımıza vird etmeliyiz.

     Allah Teâlâ: «Ve Allah’tan mağfiret iste, çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (Nisa: 106)

«Hemen Rabb’ını hamd ile tesbih et. O’nun yarlığamasını iste. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir.» (Nasr: 3)

«Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah’tan mağfiret isterse O, Allah’ı çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulur.» (Nisa: 110) buyuruyor.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: «Allah’a yemin olsun ki ben, günde yetmiş defadan fazla Allah’tan mağfiret diliyorum.»

«Kim istiğfara devam ederse, Allah o kimse için her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir sevinç yaratır ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.»

Bu ayet ve hadisler ışığında derin bir tefekkürle, bilerek veya bilmeyerek yaptığımız sayısız günah ve kusurlarımız için ihlas ve samimiyetle tevbe ve istiğfara devam etmeliyiz.

   Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Lâ ilahe illallah zikrine ve istiğfara devam ediniz. Ve çok söyleyiniz. Muhakkak İblis: “Ben onları günahlarla helak ettim. Onlar da beni Lâ ilahe illallah ve istiğfar ile helak ettiler” der» buyurmuştur. Bu hususta varid olan hadis-i şeriflerin bir kısmı da şunlardır:

«Lâ ilahe illallah kelime-yi tayyibesini çok söyleyerek imanınızı tazeleyiniz.»

«Zikrin en faziletlisi “Lâ ilâhe illallah”, duanın en faziletlisi “Elhamdülillah” (Fatiha Sûresi)’dir.»

«Ben bir söz biliyorum ki kul onu kendisine ölüm gelince söylerse ruhu cesedinden çıkarken, ruhuna bir ferahlık geldiğini görür ve o söz kıyamette onun için nur, aydınlık olur. O “Lâ ilâhe illallah” sözüdür.»

«Lâ ilâhe illallah kavli, bu sözü söyleyenden doksan dokuz belâyı defeder. Bunu en aşağısı gamı gidermektir.»

Şirk ve küfrün kol gezdiği, iman ve ahlâkımıza yönelik her türlü tahribatın yapıldığı zamanımızda, “Lâ ilahe illallah” tevhidi ile imanımızı yenilemeye ve imanımızın gereği olan şeyleri yapmaya ve Rabb’ımıza iltica edip ruhumuzu yıkamaya ne kadar muhtacız.

 

    «Muhakkak Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Haydin O’na teslimiyetle salat-u selâm getirin.» (Ahzab: 56)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: «İnsanların bana en yakın olanı üzerime en çok salavat getirenidir.»

«Bana bir defa salavat okuyana Allah Teâlâ on defa rahmet eder. Bana on defa salavat getiren kimseye Allah celle celaluhu yüz rahmet gönderir. Bana yüz defa salavat getirene Allah celle celaluhu bin kere rahmet eder.»

«Bana Cebrail aleyhisselam geldi ve dedi ki: “Ya Muhammed!  Ümmetinden salavat okuyanlar için yetmiş bin melek istiğfar ederler. Melekler kime istiğfar ederse o kimse cennet ehlinden olur.»

«Kimin işi zorlaşırsa üzerime salavatı çok okusun. Çünkü bana okunan salavat bütün sıkıntıları giderir. Rızıkları çoğaltır. İşleri bitirir.»

«Sizden birisi vefâtımdan sonra bana selam okursa, Cebrail o selamı bana tebliğ eder. “Ya Muhammed! Bu felan oğlu felanın sana okuduğu selamdır” der. Ben de O’nun selamına mukabele ederim. “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun” derim.»

      Kâfirler, “Düşmanlarınız büyük ordularla üzerinize geliyor. Sakının onlardan” diye, ashab-ı kirama korku vermek, onları düşman karşısında geriletmek istemişlerdi. Bu haber üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashab-ı kiram asla endişeye düşmemiş, çekinmemiş ve «Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.» (Al-i İmran: 173) diye cevap vermişlerdir.

Bizler de böyle durumlar karşısında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabın yaptığı gibi «Hasbunallah ve ni’mel vekil» diye mukabele edip, asla gevşememeli, müstakim adımlarla hedefimize doğru yürümeliyiz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Hasbunallah ve ni’mel vekil zikri her türlü korku ve tehlikelerden kişiyi emniyette kılar» buyurmuştur.

 

Müslümanlar olarak, tağutî düzenlerin zahirî güç ve kuvveti karşısında zaman zaman tereddütler geçirebilir ve kendi zahirî zayıflığımıza hayıflanarak çalışmalarımızda gevşer ve tekasül gösterebiliriz. Veya en yakınlarımızın yanlış telkin ve tepkileri ile karşı karşıya gelebiliriz. Böyle durumlarda, Allah Teâlâ’nın, Nemrut’u ve mızrakları bir orman manzarası arzeden, ovaları, dağları dolduran ordusunu, onları tahkir ve müslümanlara bir ibret olmak üzere sivrisinekle helak ettiğini ve yine Kâbe’yi yıkmak üzere gelen Ebrehe ordusunu Ebabil kuşları ile yok ettiğini tefekkür edip, «Lâ havle vela kuvvete illâ billah» (Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikrine devam etmeliyiz. Bununla beraber hakkın hâkimiyeti, batılın izâlesi için durmadan, dinlenmeden ve hiçbir engel karşısında yılgınlık göstermeden çalışmalıyız.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah doksan dokuz derde devadır. Onların en küçüğü hüzün ve kederdir.»

«Ya Hazım! “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah’ı çok söyle. Çünkü o, şüphesiz cennet hazinelerindendir.» buyurdu. ALLAH’TAN BAŞKA GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ YOKTUR VE HAKİMİYET ALLAH’INDIR.

 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu duayı çok yaparlardı. Mânâsı: «Ey kâlbleri çekip çeviren Rabb’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.» demektir. Peygamberler masumdur. Onların iman üzere yaşayıp, iman üzere öleceği ve cennete girecekleri kat’îdir. Buna rağmen âlemlerin efendisi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle dua ediyor. Her gün çeşitli günahlarla kirlenen ve hatta zaman zaman belki de farkında olmadan imanımızı tehlikeye düşürecek kebairlere dalan bizler, bu duaya ne kadar muhtacız.

YA RABB! BİZLERİ SIRR-I TEVHİDE ERDİR.

İMANLA YAŞAT, İMANLA ÖLDÜR.

AMİN.

 

KAYNAKLAR

1. Hadis: Tirmizi, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-t Tefsir, c: 8, sh: 555, Endülüs

2. Hadis: İbn-i Mace,  Kitab-üd Dua, c:2, sh: 1258, Lübnan

3. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Vasiyet, c: 11, sh: 94, Beyrut

4. Hadis: İbn-i Mace, Kita-bü-z Zühd, c: 2, sh: 1423, Lübnan

5. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Edeb, c: 18, sh: 220, Mısır

6. Hadis: İbn-i Mace, Kitabü-z Zühd, c: 2 sh: 1410, Lübnan

7. Hadis: Tirmizi, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c:6, sh: 607, Endülüs

8. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-s Salatü-l Misafir, c: 6, sh: 319, Beyrut

9. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Birri ve s-Sıla, c: 16, sh: 357, Beyrut

10. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İman c: 2, sh: 380, Beyrut

11. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l İman, c: 1, sh: 158, Mısır

12. Hadis: Tirmizi, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c: 7, sh: 49, Endülüs

13. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l İlm, c: 1, sh: 376, Mısır.

14. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İmâre, c: 12, sh: 467, Beyrut

15. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Edeb, c: 18, sh: 152, Mısır

16. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İlm, c: 16, sh: 461, Beyrut.

17. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Cihad ve-s Siyer, c: 11, sh: 317, Mısır.

18. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İman, c: 2, sh: 392, Beyrut.

19. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Cihad ve-s Siyer, c: 12, sh: 287, Beyrut.

20. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l İman, c: 1, sh: 139,Mısır.

21. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Libas c: 18, sh: 70, Mısır.

22. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Birri ve-s Sıla, c: 16, sh: 374, Beyrut.

23. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-r Rikak, c: 19, sh: 45, Mısır.

24. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Mukaddime, c: 1, sh: 188, Beyrut.

25. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l İlm, c: 7, sh: 437, Endülüs.

26. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Büyû, c: 4, sh: 400, Endülüs.

27. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Ahkâm, c: 20, sh: 121, Mısır.

28. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Birri ve-s Sıla, c: 6, sh: 155, Endülüs.

29. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Birri ve-s Sıla, c: 6, sh: 47, Endülüs.:

30. Hadis: İbn-i Mace, Kitabü-l Hudûd, c: 2, sh: 856, Lübnan.

31. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Müsakat, c: 11, sh: 29, Beyrut.

32. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c:7, sh:46, Endülüs.

33. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-ş Şiir, c: 15, sh: 19, Beyrut.

34. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Cuma, c: 5, sh: 261, Mısır.

35. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-l Ezan, c: 4, sh: 336, Mısır.

36. Hadis: Buharî, Şerh-i Umde, Kitabü-s Savm, c: 9, sh: 33, Mısır.

37. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l İman, c: 7, sh: 397, Endülüs.

38. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-s Sıfat-ı Kıyame, c: 7, sh:202, Endülüs.

39. Hadis: Tirmizî, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-s Sıfat-ı Kıyame, c: 7, sh: 202, Endülüs.

40. Hadis: Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabü-z Zühd ve-r Rikak, c: 18, sh: 305, Beyrut.

 

 

 

Paylaşabilirsiniz...