DR. MEHMET HULUSİ BAYBAL

DR. MEHMET HULUSİ BAYBAL

Dr. Baybal 1928 yılında Konya da doğmuştur. Sülalesi Kırım Göçmenlerinden olup Konya’ya yerleşmiştir. Muhterem dedesinin at arabası imalatı yaparak maişetini sağladığı bilinmektedir. Babaları ise mütevazı bir devlet memurudur. Valideleri ise çok asil bir ev hanımıydı.

Validesini tanıyanlar “bir ömür Kur’an-ı Kerimi elinden düşürmeyen cefakâr bir hanımefendiydi” derler. Dr. Baybal küçük yaşlardan itibaren annesine hizmeti hiç eksik etmeyen ve annesinin en büyük yardımcısı olan bir evlattı. Hünerli ve eli her türlü işe yatkın bir yapısı vardı. Nasıl yapıldığını bilmediği bir yemeği izler onu öğrenir ve bunu pişirip başkalarına yedirmekten çok hoşlanırdı.

Ölenle hariç olmak üzere iki kardeşi vardı. Ailesi dindardı. Aile fertleri namazında niyazında şuurlu insanlardı. O bu aile içerisinde daha çok küçük yaşta iken namaza başlamıştı.

Ailesi fakir olduğundan tahsilini çok sıkıntılı şartlarda sürdürmüştür. İlk ve orta tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra Gazi Lisesinde de lisen eğitimini tamamlamıştır. O zamanlar üniversite giriş sınavı olamadığından diploma notuna göre üniversite tercihi yapılabiliyordu. Genç Hulusi’nin gönlünde ise doktor olmak vardı. Lakin bu hayalinin önünde adı para olan ciddi bir engel vardı. Tıp tahsili hayli masraflı olduğu için ailesinin de mütevazı bir memur maaşıyla bunu karşılaması neredeyse imkânsızdı. Ama gönlüne halis niyetle yerleşen bu hayal eş dost ve akrabalarının da katkılarıyla gerçekleşebilecekti. Ardından da Genç Hulusi için İstanbul da tıp tahsilinin yolu açılmış oluyordu.

Hulusi Baybal İstanbul’daki tahsiline ciddiyet ve ihlâsla sarıldı. Derslerine çok çalıştı ve fakültedeki hocalarıyla çok iyi diyaloglar geliştirdi. O İstanbul da tek başına bir dernek ve vakıf oldu. Anadolu’dan, özellikle Konya’dan gelen gençlerle irtibata geçip onlara ön ayak olurdu.
Ailesinden gelen harçlık kendisine yetmediğinden çeşitli işlerde çalışarak para kazanmaya başladı. Simit sattı, lokantalarda aşçı yamaklığı yaptı. Kendisine yettiği gibi para da biriktirebiliyordu. Hatta biriktirdiği bu paralarla sohbetten sohbete hizmetten hizmete koştu ve hiçbir hizmetten kaçmadı. Bu hizmet anlayışı en mütevazı olanından, sohbetlerdeki çay işleri ile ilgilenmesinden dolayı arkadaşları arasında “Çaybal” diye anılmasına vesile oldu.

Tüm hayatı boyunca olduğu gibi öğrencilik yıllarında da insana verdiği değer hep had safhada olmuştur. Naif bir ruha sahip olan Mehmet Hulusi 1950’li yıllarda talebelik yaptığı zamanlar İstanbul Konya yolculuklarından bir tanesinde yol arkadaşı ona, açtır düşüncesiyle yanındaki ekmekten bir parça koparır verir. O sevgiden kaynaklanan bu paylaşımı büyük bir hassasiyetle kabul eder, ekmeği yemez otuz parçaya böler. Ramazan ayı boyunca otuz gün süreyle oruçlarını bu ekmekle açar. Böylece o arkadaşının her gün oruç açtırma sevabına ermesine vesile olur.

Başarılı bir eğitim hayatından sonra 1958 yılında acemiliğini İzmir’de, geri kalanını da Van’ın Gürzap ilçesinde yedek subay olarak yapar. Burada kısa zamanda O’na karşı bir sevgi seli oluşur ve yöre halkının gönlünde taht kurar.

Çok geçmez bölge halkı Asteğmen Hulusi Baybal Efendiden vaaz-u nasihat etmesini rica ederler. Ancak asker olduğu için önce çekinir, fakat yöre halkı gerekli yerlerden resmi müsaadeleri alarak Onun merkez camiinde vaaz etmesini sağlar

Vatani görevini tamamladıktan sonra memleketi olan Konya’ya döner. 1960 yılı dolaylarında uzun yıllar hizmet edeceği muayene hanesini açar ve göreve başlar. Kiraladığı muayenehane küçük bir ofis olmasına rağmen sadece hasta muayene elden bir yer değil görünmeyen bir üniversite, ilim irfan ve aşk meclisine dönüşür. Kısa sürede Konya’da tanınan ve sevilen birisi olur. İslama ve memleketine çok büyük hizmetleri dokunur. Yeni açılan İmam Hatip Okuluna Mehmet Hulusi Bey’de fizik, kimya, astronomi, sağlık bilgisi gibi dersleri fahri olarak okutur.

Dr. Mehmet Hulusi Baybal bir taraftan resmi kurumlarda doktorluk yaparken bir taraftan da özel muayenehanesinde hastalarıyla ilgilenmekteydi. Daha sonra doktorlar için hem resmi görev hem de özel muayenehane olamaz şeklinde bir kanun çıkınca tercihini özel çalışmaktan yana kullandı. Fakirlerden muhtaçlardan para almayan idealist bir doktordu. Doktorluğunun yanı sıra kendisini manevi yönden de geliştirip insanların gönül dünyalarına da derman olmanın gayreti ile meşgul oldu. Dini konularda konferanslar vermekte, camilerde vaaz-u nasihatler etmekte hutbeler okumaktaydı.

Evinde çok fazla durmaz halkla iç içe olurdu. Sohbetler yapar insanları bilgilendirmeye çalışırdı. Halkın yetişmesi, olgunlaşması, bilgilenmesi, felah bulması O’nun en büyük tutkusuydu. Kendi dertlerini unutur toplumun dertlerini kendine dert edinirdi. Kimseden hizmet beklemez herkese hizmet ederdi.

Tam bir vakıf insanı olan Dr. Baybal sosyal çalışmalarda da o kadar ehildi ki; zenginden alır fakire verirdi. Ne zengin kime verdiğini görür ne de muhtaç kimden aldığını bilirdi. Zekât ve sadaka sahipleri özellikle ona ulaştırırlardı ki; O’nun bunları tam yerlerine ulaştırmadaki mahareti tartışılmazdı.

Dr. Mehmet Hulusi Baybal tam anlamıyla hayatını sohbetle bütünleştirmiş, bakışlarıyla karşısındakinin birçok özelliğine vakıf olan bir büyük manevi önder idi. Etrafındaki gönül dostlarının da işini, misafirliğini, yemeğini kısacası her şeylerini sohbete endekslemelerini isterdi. Yani sohbeti işe göre ayarlamayı tasvip etmezdi. Ayrıca bir hafta boyunca sohbeti özlemle beklemek gerekir derdi. Sohbet hususunda sıklıkla şöyle söylerdi: “sohbet yolu, Peygamber Efendimizin tasvip ve tatbik ettiği bir yoldur ashap O’nu dinlerken, sanki başlarında bir kuş varmış da, kıpırdanırlarsa uçuverecekmiş gibi pür edep ve pür dikkat dinlerlerdi. Sohbeti bu şekilde dinlemek lazım ki istifade edilebilsin”

Baybal Efendi hemen hemen her türlü hastalığı geçirmiş tatmış ancak bir gün dahi olsa şikâyetçi olmamıştır. Etrafındakiler O’nun şuram ağrıyor buram ağrıyor dediğini duymamışlardır. Kronik bir şeker hastası, böbreğinde taş bulunan, safra kesesinden sıkıntılı, sıkça mide kanaması geçiren ve son olarak da ayağı kesilecek kadar bir hastalıklar silsilesi vardı.

Mevsimlerden güz. Havaların soğumasıyla birlikte yaprak dökümü başladı. Günler iyice kısaldı geceler de bir o kadar uzadı.

Dr. Baybal yine her zaman ki gibi kendisi ile görüşmek isteyenlerle görüşmekte görevinin başından ayrılmamaktadır. Bir gün yanında ki yardımcısına “iğnemi hazırla da ya vuruluruz ya vurulamayız belki” der. O sıra da yanına iki erkek bir kadın ve bir çocuk gelir. Yardımcısına dönerek “hasta var içeri al” der. Fakat onlar hasta olmadıklarını, Baybal Efendi ile görüşmek istediklerini söylerler. Görüşme yapılır. Onlar gittikten sonra yardımcısı içeri girer. Bakar ki Hulusi Ağabey başını kalbinin üzerine eğmiş, öyle duruyor. Halinde ki farklılığı görüp hemen yanına varır. Acaba kalbi mi sıkıştı diye hafifçe kollarından tutar. O esna da yavaşça dili oynayan Dr. Ağabey derince bir nefes verir: “Huuu!”
19 Kasım 1996… Bu dünya da ki zamanını tamamlamış ve Rahmet-i Rahmana ulaşmıştır gönüller doktoru Dr. Ağabey. Allah mekanını cennet eylesin…

BAYBALIMIZ GİTTİ

AHMET TAŞGETİREN

1996 – Aralik, Sayı: 130, Sayfa: 002

Derin bir muhabbetle bağlı bulunduğu Üstadının onun vefat haberini aldığında ilk sözü “Baybalımız da gitti demek oldu.” Dr. M. Hulusi Baybal o güzel yürekte güzel bir köşe idi.
Altınoluk’un Doktor Ağabeyi idi. Sevgileri heyecanları saadetleri paylaştığımız bir mübarek insandı. Sırtımızı ona dayadığımızda sanki bir dağa dayanmış gibi hissederdik. Altınoluk sanki evladlarından birisi idi. Öylesine müşfik öylesine kendi parçası bilirdi Altınoluk’u. Her sayısını sevdiği iklimlerden gelen bir mektub gibi aldığını, kokladığını hemen okutmaya başladığını adımız gibi bilirdik. Altınoluk eline sıcak sıcak ulaşmazsa, yani matbaa kokusunu taşımazsa gönül koyacağından emindik. Onun için ilk nüshalardan birisi Doktor Ağabey’e ulaştırılırdı. Hediye kitaplarımız öyle…
Hediye kampanyalarımız Konya’dan başlardı. Bunun anlamı Doktor Ağabey’in heyecanını yüklenerek yola çıkmasıydı. Altınoluk’un… Meram Dere’de Anadolu’nun değişik bölgelerinden gelmiş Altınoluk sevdalısı bin kişiye birden yemek ikram ederken onun yüzündeki saadet parıltısı nasıl unutulur! İsmail Lütfi Bey’in “Şeyh Şamil” benzetmesi her halde en çok orada bir baba şefkatiyle sofralar arasında dolaşırken, genç gönül dostlarına emirler yağdırırken hissedilirdi.
Gönlüne girseniz, orada bir ummam bulurdunuz muhakkak. Aşkı hizmeti teslimiyeti böylesine biraraya derlemiş bir insan gönlüydü onunkisi. Bir derviş gönlüydü…
“Üstadım” derken teslimiyette adanışı anlardınız. “Kardeşim” derken muhabbette sınırlanamazlığı hissederdiniz. Yeter ki çağırıldığı “hizmet” olsun, iki eli kanda olsa orada olurdu Doktor Ağabey.
Cenazesi onbinlerce kişinin elleri üstünde ebedî istirahatgahına doğru yol alırken, Konya’nın her kesiminden insan, Doktor Baybal’la bir duada, bir selamda, bir vedada, bir “Ahirette buluşma dileğin”de beraber olabilmenin gayretini ortaya koydu. Omuzuna aldığı beş altı yaşlarındaki çocuğuna, tabutun bir uçundan tutturabilmek için çırpınan babanın, muhabbetinin tercümesi neydi ki acaba?
Yaşar Kandemir Hoca, “Sevilmek kolay değil” dedi. O’nun arkasından bir kaç kelimecik ederken… “Gönüllere girmek kolay değil.” Yaşar Kandemir Hoca, bir kerecik bulunmuştu Konya’daki Altınoluk toplantısında… Hocamız Sahabenin Hazreti Peygamber’e aşkından bahsederken, ağaçlar altında toplanan bini aşkın insan, nasıl da göz yaşlarına boğulmuştu Rabbim! Bir hasret rüzgarı nasıl da yalayıp geçmişti gönülleri! “Yaşar Bey Hocamı getirmeyi unutmayın” derdi ısrarla… İsmail Lütfi Çakan’dan vazgeçemezdi.
Dünyası vermek üzerine kurulmuştu, son nefesine kadar da hep verdi… Kardeşlerine verdi, manevi evladlarına verdi, Çeçenistan’a, Bosna’ya, Azerbaycan’a, ümmete verdi, Konya’ya verdi…”Dervişlik vermekle” idi onun kitabında…”16 yaşından beri hep kendinden veriyor Ağabey” diyordu İsmail Öksüzler Bey… 16 yaşındayken bir yurtta müdürlük yapmış, yemeklerini kendisi pişirmiş, bulaşıkları kendisi yıkamış… Üniversite yıllarında Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hoca’nın sobhet mekanında çayları demlemek, sunmak, bardakları yıkamak onun gönüllü işi olmuş… Bir yaz akşamı, devlethanesinin terasında içlerinde Altınoluk ekibinin de bulunduğu misafirlerine kuzu ikram ederken sağnak yağış boşanmıştı da… Herkesin üzerine battaniyeler yetiştirmişti de, yemeğin böyle devam etmesini sağlamıştı da… O andaki keyfini görmeliydiniz Doktor Ağabey’in…Yaşı 68 olmuştu, bir ayağı kesilmişti, tekerlekli sandalyede hareket edebiliyordu; ama kendine ait örflerinden zerrece taviz vermeyi düşünmüyordu. Altınoluk toplantıları gene Konya’da olacak, gene bütün Türkiye’den misafirler çağırılacak, gene Dere’de Özbek pilavlı sofralar kurulacak, gene onun, kardeşleriyle beraber olmaktan gönlü pır pır uçacaktı… Ayağının ağrısı dayanılası değildi, bunu biliyorduk. İlaçlar vücudu yıpratıyordu, biliyorduk. Ama “Derviş bağrı taş gerek” diye öğrenmişti bir kere, üf dediğini duyurmadı kimseciklere… Göz göze gelseniz mutlaka orada gülen bir gözle karşılaşırdınız. Acı da karışık olsa gülen bir göz…
Sevilmek bedel ister, gönüllere girmek de öyle… Bedeli ödersiniz, Allah da, sizi gönüllere sultan eder. Sevgiyi ikram eden Allah’tır. Konya’da her gönülde biraz “Baybal Sultan” varsa bu, bedeli ödenmişliğin dünyevi ödülüdür. Öte dünyada kimbilir daha ne güzellikler vardır…
Konyalıları konuşturur, her birinden Doktor Baybal’la ilgili bir hatıra dinlersiniz. Binlerce insanla tuz ekmeği vardır, hukuku vardır. Yukardan aşağıya aşağıdan yukarıya… O’nu valileri de sevdi, belediye başkanları da, isimsiz garibi, yetimi de… Konya’nın doktorları sanki söz leşmişçesine, fukara hastaları Doktor Baybal’a gönderirler, o da onları muayene etmekle kalmaz bir de ilaç paralarını denkleştirmeye gayret ederdi. Dervişler de bulunmasa bu fakir fukaranın halı nice olacak?
“Murat Bey, sen misafirleri evine götüreceksin. Bayram Bey, sen filanı garajdan alacaksın Tahir, İbrahim, Ziya, Niyazi, Kemal siz sofralarla ilgilenin. Sen mikrofon tertibatını kur, sen dergileri düzenle, sen hediye kitapları yerleştir, senin evine akşam misafir göndereceğim. Sen, sen, sen …” ve “Peki Abi, peki abi, peki abi..” Gözlerinin içine bakardı kardeşleri bir hizmet üstlenmek için… İşte önderlik bu… Bir gönül önderliği.. Kaç Konyalı dostun gönlünden “Bugün doktor abi bana bir kızsa…” dileği geçmiştir bilmem. Çünkü kızması bir lütuftu mübareğin. Bir iltifatlı…
Dolu dolu duaları vardı. Kollarını gökleri kucaklayacakmış gibi açar, “Ya Rabbiii” diye başlardı. Sanki sağardı gökten rahmetleri. Hazreti Peygamberi anarken nasıl coşardı. Üstadlarını anarken nasıl heyecanlanırdı!
Her hayırlı cemiyette vardı; düğünde vardı taziyede vardı. Gelir hüzünlü kalbleri şefkatiyle sarardı. Gelir sevinçleri büyütürdü. Gelir hem sanki Konya’yı birlikte getirmiş gibi gelirdi. İhvanlıkta gürül gürüldü, evlâdlıkta gürül gürüldü, ağabeylikte gürül gürüldü.
İsmail Öksüzler Bey “Her insanın bir yaratılış gayesi varsa eğer, Doktor Ağabey hizmet için yaratılmıştır dense yeri” diyordu Baybal Ağabey’ı anlatırken…
Sami Efendi Hazretlerinin kapısına gelirken gönülden teslimiyeti şiar edinmişti… O gün bugündür teslimiyetinde fütur göstermedi… Safra kesesi ameliyatı için son izni, Üstadı Sadık Dânâ Hazretlerinden aldı. “Baybalımız da gitti demek” iltifatı boşuna olmaz herhalde… Ne güzel sahibiyyet ifadesi o. Bir aileye katılıyorsunuz ki orada herkes birbiri için şahidlik ediyor: “O bizdendi” diye… Hani Kutlu Önderimiz de Selman için “Selman bizdendir” buyurmuş da Selman’ın gözlerinde güller açmış… Bir şehadet zincirine halka oldu da “gitti Baybalımız…”
Gül kokulu dostlar diyarına gitti. Gurbetini tamamladı. Bizi gurbette bıraktı da gitti. “Bizler de onlara iltihak edeceğiz Allah dilerse…”
Doktor Ağabey, bütün hayatını bir “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn” dairesinde yaşayanlardandı. Sözüne uydu da gitti. Bize bir şey söylemesi gerekse, herhalde, “Siz de Allah’a ait olduğunuzu ve O’na döneceğinizi unutmayın” derdi. Yaratılış sırrı burada; buradaki hayatı bu sırrın etrafında örebilenler, göçerken mutlu olmalılar…
Doktor Ağabeyimize Cenabı Hak’tan sonsuz rahmetler niyaz ediyoruz. Kabirleri cennet bahçelerinden bir bahçe olsun inşaallah. Ğufran-ı ilahî ona yoldaş olsun. Şehadet ederiz ki, güzel yaşadı, güzel öldü. Güzel dostlara kavuştu. Rabbimizden niyazımız, tüm o güzel dostlarla Livaü’1-Hamd altında buluşmak… “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurulmuştur. İnşallah yüreklerimizdeki sevgi kırıntıları, bizleri de o kutlu dostların komşuluklarına yakın eyler…
“Konya’nın Şeyh Şamil’i”
Ben merhum Dr. Baybal Ağabeyimizi daima hareketli, mütebessim, coşkulu, müdebbir, muhabbetli bir gönül eri ve hizmet öncüsü olarak tanıdım. Zamanı ve durumu asıl maksat yönünde değerlendirme konusunda son derece titiz ve dikkatliydi. Her görevin adamını kişi olarak ismen belirler işin ortada kalmasına ya da “siz buyurun siz buyurun” gibi karşılıklı nazlanmalarla vakit zayine fırsat vermezdi. Hele bir ziyaretimizde bir arkadaşa “geç namazı kıldır zamm-ı sûre olarak da Kevser ve İhlas sûrelerini oku” demesini hiç unutamıyorum. Ben kendisini Şeyh Şamil’e benzetirdim. O da bu benzetmemi tatlı bir tebessümle karşılardı. Kendisine Yüce Rabbim’den gani gani rahmet diliyor, dostlarına baş sağlığı dileklerimi sunuyorum.
İsmail L. ÇAKAN

Nezih Latifeler
Dr. Ağabey İstanbul Üniversitesini bitirir. Konya’ya dönmek üzere Haydarpaşa Gar’ına gelir. Sevenleri, arkadaşları, dostları hep orada, Dr. Ağabey’in, sohbet meclislerinde hizmet ettiği, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocada orada..
Abdurrahman bey ayrılık saati geldiğinde;
– Bay’ımız, balımız gidiyor. Bay’sız, bal’sız yaşanır mı? diyor. Bu ince ve duygulu söze Dr. Ağabey,
– Efendim, Bay’sız, balsız yaşanır ama ŞEREF’siz hiç yaşanır mı diye cevap veriyor. Bunun üzerine Abdurrahman Şeref bey;
– İşte, biz yetiştirirsek böyle talebe yetiştiririz, diyor. Gözyaşlarıyla Konya’ya uğurluyorlar.
İbrahim ÇAKIR
*
Gönül Doktoru
Zannediyorum, beş altı yıl önceki Altınoluk Dergisi toplantılarından birisindeydi. Konya Dere’deki tesislerde bulunuyorduk. İki genç, aralarında konuşuyorlardı. Birisi, Doktor Abi’nin ne doktoru olduğunu sordu. Diğeri cevap verdi: “Zikir Doktoru… Zikir Doktoru.” Bu tespit çok güzeldi.
Recep ÖNCEL

Paylaşabilirsiniz...