Ahmed Kuddusi Hz.

 

ŞEYH AHMED KUDDUSİ HAZRETLERİ

Kuddusi Hazretleri, 11 Rebiülevvel 1183 ‘de (Temmuz 1769) Niğde’ nin Bor kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmet b.Hacı İbrahim olan Hz. Kuddusi, daha çok “Mar’aşi-zade” ve “Kuddusi” lakapları ile maruf ve meşhurdur. Bu “Kuddusi” lakabını ona bizzat Allah Teala vermiştir. Öyle ki, o, anasının karnında iken Allah”ın “Kuddusi” ismini zikreder ve anası da bunu işitirmiş. Hz. Kuddusi, “Kuddusiyem!” isimli şiirinin bir beytinde bunu şöyle ifade etmiştir:” Bil ana rahminde beni ki etmişem takdis A’nı,

Anam işitmiştir bunu Kuddusiyem! Kuddusiyem!”

Hz. Kuddusi’nin babasi İbrahim Efendi, Nahşibendi şeyhi olup uynı zamanda zihiri ilimde de derinleşmiş bir alimdir. O devirde, Maraş Valisinin zulum ve baskısı üzerine çok sayıda Maraşlı cıvar vilayet ve kasabalara göç etmiş, bu meyanda Niğde ve Bor’ada gelip yerleşenler olmuştur. Hz. Kuddusi’nin pederinin de bu sebepli hicret edenler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Hz. Kuddusi, babası İbrahim Efendi’nin Maraş’tan göçüp Bor’u vatan edinmesinin sebeplerini İcazetnamesinde şöyle ifade ediyor; ” Pederim el-Hac İbrahim Efendi (r.h), Maraş şehrinden olup ilm-i zahirde derin ve ilm-i batında kamil olunca, Bor halkının din, dünya ve ahiret işlerinde diğer beldelere nisbetle bid’atleri az ve ilme, alimlere ve salihlere muhabbetleri pek çok olduğundan dolayı pek çok ve özellikle de Kevseri Ali Efendi (r.h) ve onun gibi faziletli kimseler orada bulunduğu için Bor’u vatan edinmliştir. ”

Şeyh Hacı İbrahim Efendi’nin çok sayıda evladı oluşsa da bunlardan Mehmet, Ahmet, ve Muhammed adlı üç oğlu ile Şerife Emetullah isimli bir kızının kalıp yaşadığı anlaşılmaktadır.

Hacı İbrahim Efendi, rüyasında üç ay görmüş. Ortaki ay hem daha büyük hem de daha parlakmış.Bunun sırrını sormuş, demişler ki;’’Üç erkek evladın olacak. İsimleri; Mehmet, Ahmet ve Muhammet olacak Ahmet çok ömür sürecek ve hesapsız çile, riyazat, dert, bela, keder çekecek. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, halka hasihat ve irşad hizmetinde çalışıcağı için düşmanları dostlarından çok olacak.” Hz. Kuddusi, Pendname adlı eserinde aynı bu ifadelerle anlattıktan sonra; “Pederim rüyası sadık imiş ki, dedikleri hep zuhur etti.” Der. Bu olayın aynı zamanda Divan’nın 19 no’lu şiirinde dile getirilmiştir. Hz. Kuddusi’nin kardeşlerinden Hacı Mehmet Efendi, Bor Müftüsü olmuştur. Hz. Kuddusi, onun hakkında; “Zahiri ilimde asrının biricik derin alimi olmak himmetini Peder Efendimizden aldı.” Demiştir. Diğer kardeşi Muhammed de aynı şekilde zahiri ilimde ilerlemiştir. Hz. Kuddusi, bu iki kardeşine yazmış olduğu bir mektupta, nasihatta bulunarak onları haksızlığa meyletmemeye ve doğruluğa çağırmaktadır.

Hz. Kuddusi, İstanbul’da, Bor’da ve Kayseri ‘de olmak üzere on kadınla evlenmiş ve 114 no’lu şiirinde de ifade ettiğine göre yirmi altı evladı olmuştur. 1248/1832 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir evladının hayatta kaldığını yazmaktadır.

Hz. Kuddusi, Tasavvuf dersini ilk önce, Nakşibendi Tarikatına mensup olan babası Şeyh Hacı İbrahim Efendi’den almıştır. Hz. Kuddusi, bunu, Nasaih-i Kuddusi isimli eserinde şöyle anlatır: “Ey oğullarım! Sizin Ceddiniz (k.s) kamil ve mükemmel bir zat idi. Allah Tebareke ve Teala’nın tevfiki ile daha küçük yaşlarımda iken babam bana kelime-i tevhidi telkin eyledi. Bana; “Ahmed! Benim bu günümde çalış, gayret et.“diye emretti ve bende çalıştım. Kısa zamanda veled-i kalp (kalp çocuğu) doğdu. Sol mememin altında veled-i kalbin hareket ettiğini rahmetli anam da bizzat müşahede ederdi.” Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere Hz. Kuddusi, Tasavvuf’ta “Vilad-i Sani” (İkinci doğum) denilen, mülk aleminden melekut alemine doğma hadisesini yine birinci doğumuna sebep olan babası Şeyh İbrahim Efendi’nin terbiyesi altında yaşamıştır.

Hz. Kuddusi, Nasaih-i Kuddusi isimli eserinde de yazdığı üzere, kendisi on sekiz yaşında iken (1201/1786) hem babası, hem de şeyhi olan İbrahim Efendi vefat etmiştir. Daha on sekiz yaşında iken, hem maddi hem de manevi babası olan İbrahim Efendi’yi kaybeden Hz. Kuddusi, bu acı ayrılıktan sonra büyük bir üzüntü ve kararsızlık içine düşmüş ve iç aleminde dayanılmaz çalkantılar yaşamıştır. Babasının vefatından sonraki olayları dinlemek üzere burada sözü Hz. Kuddusi’ye verelim;’’Ben on sekiz yaşında iken pederim ahirete göç etti. Kayseri’de, Büyük veli Hüseyin Efendi’den medrese tahsili görüyor iken

Turhal şeyhi (k.s) haz-retleri’nin huzuruna yürüyerek gittim. Turhal’da bir müddet kaldım ve beni terbiye etti.Şeyh Hazretleri, istanbul’a gitmeye karar verince, ben oradan Erzincan’a gittim. Orada da biraz kaldıktan sonra bahar mevsiminde yürüyerek Şam’a oradan da Mekke-i Mükerreme’ye varıp Medine-i Münevvere’de ikamet ettim.’’Hz. Kuddusi’nin, binlerce kilo metrelik bu yolları yürüyerek katetmesi, onun gönlündeki aşkın ve susuzluğun büyüklüğüne işarettir.

Küçük yaşta medrese tahsili gördükten sonra,Cenab-ı Hakk’ı delilerle bilmeğe çalışmanın pek de sağlam ve emin bir yol olmadığını ,Yüce Allah’ın zahiri ilimle gereği gibi bilinip bulunamayacağını anlayan Hz. Kuddusi, kendisini büsbütün Tasavvuf yoluna vermiştir.

Hz. Kuddusi,Medine-i Münevvere’de bir yıl mücavir kaldıktan sonra Mekke’ye gidip haccetmiş ve Bor’a dönmüş. Ertesi sene Hac mevsiminde tekrar memleketi olan Bor’a dönmüştür.Hicaz’da iken Hz. Kuddusi , Hirave Uhud dağında ,Hz. Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin medfun bulunduğu sahada ve kayalıklar arasındaki mağaralarda uzun günler uzlet hayatı yaşamıştır. Mescid-i Nebi çevresin de riyazatta bulunmuş ve Hz. Peygamber’in

Lütuf ve hitaplarına kavuşarak üstün derecelere yükseltilmiştir. Bu sırada manevi bir emir ve işaretle, Hz. Kuddusi’ye, Anadolu’ya gidip orada çok evlenmesi ve kendisi hakkında manevi fütuhat ve tekmil-i mertebenin ancak çok evlenmekle gerçekleşeceği bildirilmiştir. Buna binaen Hz. Kuddusi, İstanbul, Şumnu, Bor ve Kayseri’de müteaddit defalar evlenerek kasret-i ezvac ve evlada mübtela olduğunu ve yirmi altı kadar çocuğunun dünyaya geldiğini ve bunların çoğunun öldüğünü ve 1248 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir çocuğunun dünyada kaldığını Pendname’sinde ve mektuplarında ifade etmiştir.

Hz. Kuddusi, ikinci Hicaz yolculuğunda Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, yıllarca evinde inziva hayatı yaşamıştır. Bu inziva hayatı yıllarında, bir gün Cuma vaktinden önce bir tanıdığı, misafir olarak onun evine gelir. Cuma vakti yaklaştığı halde Hz. Kuddusi, hiçbir acelecilik göstermez. O zat Cuma’ya gitmek için izin ister. Hz. Kuddusi, ona: “biraz daha beklersen iyi olacaktı. Lakin namazdan sonda seni beklerim.” Misafirini uğurlar. Cumadan sonda biraz gecikerek gelen misafir zat, yemekle beraber taze hurma ve o mevsimde Bor’da olmayan taze sebzeler ikram edilince çok şaşırır ve

“Efendim! Bu hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cumayı nerede kıldınız” diye sorunca, Hz. Kuddusi; “Evladım! Söz dinleyip biraz daha beklesen, ihlasının karşılığını görecek ve bizimle birlikte sen de Cumayı Kabe-i Muazzama’da kılacaktın.” Buyurur.

Hz. Kuddusi’nin feyiz kaynaklarından ilki, babası İbrahim Efendi’dir. Daha sonra Turhal Şeyhi denilen zattan feyiz-benmiş ve kısa bir zaman onun terbiyesi altında bulunmuştur. Hz. Kuddusi, bu ikisinden başka zahirde, yani hayatta bulunan bir şeyhe bağlanmamakla birlikte, Abdulkadir Geylani, Yunus Emre’nin Şeyhi Taptuk Emre’nin şeyhi olan ve Bor’da medfun bulunan Sarı Saltık ve Mevlana gibi büyük velilerin ruhaniyetinden feyizlendiğini şiirlerinde ifade etmektedir. Bütün bunların ötesinde, Hz, Kuddusi, Medine’de mücavir olduğu zamanlarda, o menba-ı feyz olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in ruhaniyetinden feyizlenip yüce manevi mertebelere ulaştığını şiirlerinde dile getirmektedir. Hz. Kuddusi’nin, ruhaniyetinden feyizlenmesi, onun Üveysi bir veli olduğunu ortaya koymaktadır. (Üveysilik için bkz. Prof.Dr. H. Kamil YILMAZ, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat 1997, İstanbul, s.100.)

Hz. Kuddusi’nin diğer farklı bir özelliği de, hem Nakşilik, hem de Kadirilik yönünün olmasıdır. O, Kayseri ulemasından ve şeyhlerinden Mehmet Sadık Efendiye gönderdiği bir mektubunda, bunu şöyle ifade ediyor: “Peder Efendimiz, fakire, Muhammed Bahaüddin Nakşibendi (k.s) tarikından icazet verdiği için, ben de, ihvanımıza onun evradını okumağa icazet verdim. Birkaç seneden beri de, Şeyh Abdulkadir Geylani (k.s)’un tarikı üzere icazet verir oldum. Nakşi Tarikatında, zühd, takva ve riyazet olmadıkça ve şüpheli şeylerden gereği gibi sakınmadıkça, feyz almanın ve yararlanmanın zorluğu tecrübe ile sabit bulunduğundan, bir gece eşref vakitte, Semi, Basir, Karib ve Mücib olan Allah Teala ve Tekaddes Hazretleri’ne tazarru ve niyaz eyleyip dedim ki : Ya Rab! Senin veli kulun Bahaüddin’in tarikı pek güzeldir. Fakat biz ve ihvanımız, bir takım gafiller cahiller ve şaşkınlarız. Kalplerimiz masiva kirleriyle bulandı, halkın çoğu dünya zinetine yöneldi ve zikirlerimizde halavat ve huzur kalmadı. Bizler, salih amelli geçmişlerimiz gibi mücahede edemedik. Veli kulun Şeyh Abdulkadir’in tarikı ise, çok geniştir. Kendisinin himmeti, avama ve havassa şamildir. Müridlerine karşı çok derece şefkatlidir ve şöyle demiştir: ”Haya-tımda ve vefatımdan sonra, karada ve denizde zorda kalanlara –benden yardım talep etseler yardım ederim. Halifelerimden inabe ederlerse, ben onları, ruhaniyetimle irşad ederim, halifelerim karışmasınlar. Beni çağıran salih kişi olsun, fasık kişi olsun yermem, yardım ederim.” Ya Rab Ya Rab! Şeyh Muhammed Bahaüddin kulun, bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdulkadir kulun ise, küsmez; olurda bir günah işleseler mühabbetten geçmez. Kamiller, me’muren fakir Ahmed kuluna onun tarikatından icazet-i kamile verdiler. Kendim halife-i kamile olmayıp terbiye ve seyrü sülük yaptırmaya gücüm yok ise de kamilleri taklit ederek taliplere Kadiri tarikından zikr-i şerife izin vermeyi evla ve ahsen ve ehem görüp veririm. Uzakta ve yakında, Arapta ve Acem’de her ne miktar münip ve me’zunlarım var ise, cümlesine huzur-u izzetinde Kadiri tarikından izin verdim. İkinci gece rüyada Abdulkadir Efendimiz’i gördüm. Elime yeşil bir levha verdi. Ortasında güzel bir hat ile şu yazılı idi: “Bir kimse “ La ilahe illallah ” zikrini çoğaltırsa, sabikinden ve mukarrabinden olur.” Uyandım ve gördüm ki, gönül evime Tevhid nuru dolmuş ve lisanımda Nil nehri gibi zikir cereyan eder. Ahir zamanda cehalet, gaflet, tembellik, bid’at, zinet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı Kadiri tarikı, bu ümmete rahmettir.”

Hz. Kuddusi’nin Nakşilik ve Kadiriliğini ifade ettikten sonra şunu belirtelim ki, hakikatte o, tarikat taassubundan uzak bütün tarikatları kucaklayan bir tevhid eridir. Bunu bir beyitinde şöyle dile getiriyor:

“Yok ayrı gayrı evliya yollarının hak cümlesi,

Hem Halveti, hem Celveti, hem Kadiri, Hem Nakşiyem.”

Hz. Kuddusi, ilk iki Hicaz yolculuğundan sonra, üçüncü kez yine Hicaz’a gitmiş ve yaklaşık onyedi yıl kalmıştır. Mekke ile Medine dağlarında, geniş ve ıssız çöllerde nefsini safiyete ulaştıran sayısız halvetler yapmış, çile ve erbainler çıkarmıştır. Hz. Kuddusi’nin Hz. Peygambere (s.a.v)’e, o derece muhabbet ve irfanı vardır ki, Medine şehri dahilinde asla def’i hacet edemez ve bu ihtiyacını gidermek için her seferinde Uhud Dağı arkasına gidermiş. Kuddusi Hazretleri’nin bu halvetlerinde bir günlük rızkının bir tatlı nar olduğu şiirlerinde ifade edilir. Hz. Kuddusi, bu on yedi yıllık hicaz seferinden Bor’a döndükten sonra bazı cahil ve hasetçi insanlar tarafından taşlanmış ve onların iftira ve hakaretlerine maruz kalmıştır. Torunlarından olan İbrahim Eren’den nakledildiğine göre, Hz. Kuddusi, zahir ehli denilen bu nasipsizlerin düşmanlıkları sebebi ile yıllarca evinden çıkmayıp inziva ve tecrid hayatı yaşamıştır.

Hz. Kuddusi’nin hayatına genel olarak baktığımızda, onun on yedi yıl Hicaz’da, Hicaz’ran döndükten sonra uzun yıllar da Bor’da bilfiil halvet ve uzlet hayatı yaşadığını görmekteyiz. Bu durum halkın samimiyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, Hz. Kuddusi,nin Hakk aşığı bir veli olmasının tezahüdür. Bundan dolayıdır ki, o, hakla, dünya ve dünya ehli ile ünsiyet edememiş ve kendisini büsbütün Hakk’a adamıştır.

Hz. Kuddusi’nin manevi şahsiyetinin önemli bir özelliği de, onun, Hakk’ın rızasının olduğu bir konuda, halkın kınamasına ve tepkisine aldırış etmemesidir. O, sadakat ve vefadan yoksun samimiyetsiz insanlara, doğru bildiği şeyi söylemekten asla çekinmemiştir. Bu özellik, onun, melami meşrep bir veli olduğunun ifadesidir.

Hz. Kuddusi’nin farklı ve de önemli özelliklerinden birisi de, İcazetname’de belirtildiği üzere, Kıyamet’e kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icazetinin kendisine verilmiş olmasıdır. İcazet kasidesinde, mürşid bulamayanlara zikre izin verdiğini ifade etmektedir.

Hz. Kuddisi’nin gönülleri kendisine cezbeden önemli bir özelliklerinden birisi de, engin bir hoşgörü ve tevazu sahibi olmasıdır. O, ilim ve marifetin şahikalarında ikamet etmesine rağmen, kendisinden bahsederken, “ben fakir, zelil, aciz, günahkar Ahmed der ki…”

İfadesini kullanır. Hz. Kuddisi’nin tam manasıyla, Allah’ın ve Rasulullah’ın ahlakıyla ahlak-lanmış, bir büyük velidir.

Hz. Kuddusi’nin büyüklüğüne işaret eden bazı menkıbe ve olayları buradan anlatmadan geçemeyeceğiz. Anlatıldığına göre, zamanın padişahı, o devrin büyük velisi kim ise onunla görüşmek istediğini beyan edip, yakınlarını bu iş için görevlendirir. Hz. Kuddusi’yi duyanlardan birisi, onu da saraya haber verir ve görevliler onu İstanbul’a çağırır. Değişik yerlerden gelen velilerle saray erkanı padişahın huzurunda toplanırlar. Oradaki velilerden her biri bir eylerden bahsederler. Vezir ve padişahların çoğu, Hz. Kuddusi’nin taşralı kıyafeti ile huzura gelmesini beğenmeyip, yukarıdan bakıcı bir tavır takınırlar. Mecliste bulunanların sözleri tamamlandığı halde hiçbir kelam etmeyen Hz. Kuddusi’ye, Padişahın; Şeyh Efendi! Sizde bir kelamda bulunsanız.” Demesi üzerine, o, şöyle der: Padişahım! Bendeniz ilmi olmayan bir dervişim. Huzurunuzda bir beyanda bulunmaktan haya ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan göçen bir hadiseyi size arz edeyim. Bir gün bendeniz Sarayburnu’nda sahil boyunca gözerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek takip ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de asla unutamadım. Gönlüm onun hicranı ile rahatsızdır.” Padişah, bu hikayeyi duyar duyma, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkartarak, Ahmed Kuddusi’ye: “Efendi! Anlattığınız ifade benim halen içinde yaşadığım emelli halimin ifadesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi.” Der. Sonra Hz. Kuddusi’ye görülmemiş ihsanda bulunur.

Yine zamanın padişahı, bir gün bir kısım alimler ile tanınmış ve tavsiye edilmiş bazı velileri huzuruna toplar. Onlara: “Şu avucumda ki şey nedir?” diye sorar. Her şey bir şey söylediyse de kimse bilemez. Tevazuundan dolayı meclisin gerisinde, bir köşede oturan Hz. Kuddusi ‘ye padişah; “Sizde bir tahminde bulunsanız.” Der. Hz. Kuddusi de; “Yedi iklim ve yedi deryayı gezdim, bir balığı yavrusunu arar gördüm.” Der. Meğerse padişahın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine padişah, Hz. Kuddusi’ye tazim ve ikramda bulunarak, onun sarayda kalmasını teklif ettiyse de, o; “Ben aciz bir dervişim. Burada kalsam dünyü imtihanından berat edemem.” Bu teklifi kabul etmez. Bir süre İstanbul da kalan Hz. Kuddusi, Bor’a döndükten sonda birgün padişah Bor’a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmeyi murad eder. Gelen memurlar, onu, bahçesini bellerken bulurlar. Hz. Kuddusi, onlar daha bir şey söylemeden, “Siz İstanbul’dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yoktur.”buyurur. Onlar; “Padişahımız, bizi vazifeli olarak gönderdi. Size tahsisat bağlayacağız.” Derler. Hz. Kuddusi, onlara; açın eteğinizi!” diyerek, her ikisinin eteğine birer kürek toprak döker. İki memurda bu toprakların altına dönüştüğünü görünce şaşırır. Bu sefer Hz. Kuddusi, onlara; “eteklerinizdekini yere dökün.” Deyince, hemen yere dökerler ve bu defa altına dönüşen bu toprakların yılan-çıyana dönüştüğüne şahit olurlar. Bunun üzerine Hz. Kuddusi, onlara; “Evlatlarım! Allah Teala’nın keremi, ile bizim padişahımızın tahsisatına ihtiyacımız yoksa da fakirlere ve acizlere dağıtmak üzere bırakın.” Diyerek bu tahsisatı alarak yoksullara dağıtır.

Hz. Kuddusi, bir gün Konya’ya giderek, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin kabrini ziyaret etmek ister. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedar, kapıları kilitlemiş gitmek üzeredir. Hz. Kuddusi, türbedara, türbeyi açması için ne kadar rica ettiyse de, türbedar: “Akşam oldu, açma izni yoktur.” Diyerek, onun ricasını kesin bir şekilde reddeder. Bunun üzerine Hz. Kuddusi, şu güzel methiyeyi okumaya başlar:

Sensin veliler şahı,

Ya Hazret-i Mevlana!

Affet şu ben gümrahı,

Ya Hazret-i Mevlana!

Bed-kar-u-avadeyim,

Pür-zenb ü bi-çareyim,

Asi yüzü kareyim,

Ya Hazret-i Mevlana!

Gayet azimdir cahın,

Mahbubusun Allah’ın,

Darü’ül-eman dergahın,

Ya Hazret-i Mevlana!

Sen şol ulu Sultansın,

Ki, server-i merdansın,

Hem maden-i irfansın,

Ya Hazret-i Mevlana!

Çün tıfl iken ey Sultan,

Eflaki ettin seyran,

Oldu melaik hayran,

Ya Hazret-i Mevlana!

Muhtacınam in’am et,

Mihmanınam ikram et,

İhsanını itmam et,

Ya Hazret-i Mevlana!

Kapunda çok muhtacan,

Erer murada her an,

Devrinde sürer devran,

Ya Hazret-i Mevlana!

Bencileyin yok gümrah,

Lakin dedim eyvallah,

Geldim sana şey’en lillah,

Ya Hazret-i Mevlana!

Ariflerin sultanı,

Dertlilerin dermanı,

Kuddusi’nin cananı,

Ya Hazret-i Mevlana!

Hz. Kuddusi, bu şiiri okuyup son dörtlüğü söylediği anda, türbenin kapıları kendiliğinden açılır. Hz. Kuddusi türbedarın şaşkın bakışlarından habersizce ziyaretini yaparak oradan ayrılır. Ertesi gün bu hadiseyi duyan Mevlevi şeyhleri ile bir kısım ulema: “Bu, mutlaka Bor’lu Kuddusi’dir derler.

Medine-i Münevvere’ye hicret eden Ali Osman isimli İzmirli bir Türk, Medine’ye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan saatçilik işini yapmak üzere bir dükkan açmak için izin almaya çalışır, fakat bir türlü bu izni alamaz. Parası da biter ve çok zor durumda kalır. Bir gece Allah Teala’ya bütün gönlüyle yalvarıp yakarır. O gece rüyasında esmer tenli, kır saçlı, uzunca boylu bir zat, ona; “Evladım! Resmi daireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün üçüncü şahsa müracaat et, gerisine karışma.” Buyurur. Ali Osman Efendi sabahleyin uyanır uyanmaz doğruca rüyada gösterilen şahsın yanına gider. O şahıs, Ali Osman Efendi’ye; “Seni Kuddusi Hazretleri mi gönderdi? Git dükkanını aç, işine başla,” der. Ali Osman Efendi, hemen gidip izin almış gibi açar. O şahıs da izin belgesini sonradan gönderir. Ali Osman Efendi bir zaman sonra rüyasında Hz. Kuddusi’yi tekrar görür. Hz. Kuddusi, ona; “Oğlum! Bana Kuddusi, derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et,” buyurur. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Hz. Kuddusi’nin “Ey rahmeti bol padişah, cürmüm ile geldim Sana.” Diye başlayan ve aynı zamanda ilahi olarak da söylenen bu meşhur şiirinin yazılı olduğu kağıdı bulur. Ali Osman Efendi o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmez ve verilen vazifeleri harfiyyen yerine getirir.

Hz. Kuddusi, 1265/1848 tarihinde Bor’da vefat etmiştir. Hz. Kuddusi’nin vefat ettiği gün meydana gelen bir olay vardır ki, onu burada anlatmadan geçmemiz mümkün değildir. Hz. Kuddusi’nin vefat ettiği gün, köylünün biriside kırılan sabanını tamir ettirmek üzere Bor’a geldiğinde, çok kalabalık bir cemaatın cenaze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenaze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin korlaşmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce, şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkanına girer. Demirci, durumu ona anlatır. O da, köylüye; “Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?” diye sorar. Köylü; “Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için buraya getirdim. Bor’a girdiğimde, eşini görmediğim bir cemaate katılarak cenaze namazını kıldıktan sonda bu dükkana geldim.” Deyince, o kişi; “Senin, adını sormadan namazına iştirak ettiğin zat, Büyük Veli, Hakk Aşığı Şeyh Ahmed Kuddusi Hazretleriydi. Allah Teala, değil onun namazını kılanı, o cenazede hazır bulunan alet ve edevatı da ateşten muhafaza etmiştir.” Der. İman sahibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Hz. Kuddusi, 1265 Cemaziyelahir 81848 Mart) tarihinde Bor’da vefat etmiş olup, Sarı Saltuk Hazretleri’nin kabrinin karşısında bir yere defnedilmiştir. Sondadan, kabirleri şehirlerin dışına nakletme hususundaki umumi karar üzerine de, bu günkü kabristandaki ziyaretgah olan yerine nakledilmiştir. Bu nakil esnasında bazı olaylar çıkmış, işe Kaymakam, Belediye Başkanı ve Jandarma Komutanı müdahale ederek, Hz. Kuddusi’nin kabrine karşı nahoş sözler sarfedip, edebe aykırı davranışlarda bulunmuştur. Kabrin nakli hadisesinde Ahmed Eren Efendi, Bor dışında olduğundan dolayı, bu nakil işini Hacı Emmi’den şöyle nakletmiştir: “Kabr-i şerifi yıkmak için kimseyi razı edememişler. Ameleler bu şeni işi kabul etmediğinden, ancak hapishaneden getirilen birkaç mahkum ile yıkmaya başlamışlar. Bu esnada Jandarma Komutanı kabrin taşına bir tekme vurarak; “Kazın!” diye emretmiş. Kabri açmışlar ki, kefen bembeyaz duruyor. Ve o esnada etrafı, orada bulunanların daha önceden eşine rastlamadıkları çok güzel ve hoş bir koku sarıvermiş, Ve yine hava çok sıcak ve yakıcı ve yakıcı iken gökyüzü aniden bulutlanarak, rahmet çiseleyip, serinlik ve ferahlık hasıl olmuş. O civarda bulunan herkes, o emsalsiz kokuyu hissedip, tarifsiz bir emsal içinde kalmışlar. Hz. Kuddusi’nin kefeni, mübarek naşı ve kabrin içindeki taş ve topraklar, İbrahim Eren’nin hazırladığı yeni bir bez torba içine konarak, bu günkü kabrine konulmuştur. Kabre tekme atan şahıs, azap meleklerinin sillesi ile olacak ki, düştüğü yerden evine götürülmüş ve “Beni kurtarın!” diye bağıra bağıra ölmüştür.”

 

 

Paylaşabilirsiniz...